Yukarı
Geziler

Ankara! Hala çok güzelsin

Ne zaman: 4-5Ağustos 2018
Nasıl: Otomobil
Kazanım: Trafiğin tersine seyahat etmek zenginleştirir, kalp çağrısını dinlemek ilham verir.

Ağustos sıcağında “Ankara’ya gidiyoruz” deyince çoğu kişi, “Bu mevsimde neden?” diye sormadan edemedi. Ben de “Neden olmasın?” dedim.
Bazen trafiğin tersine ilerlemek daha iyidir. Daha besleyici olabilir. Bu durumu, bu seyahatte daha iyi fark ettim.

Oraya gidiş sebebimiz bir kalp çağrısı idi aslında. Büyük dedem Veled Çelebi İzbudak’ı ve büyük anneannem Sabire Enise İzbudak’ı Cebeci Asri Mezarlığı’nda ziyaret etmek için kelimenin tam anlamıyla içim gidiyordu. Bu bir ilk olacaktı.

Ankara’da doğmuş, ömrümün ilk üç yılını orada geçirmiş, öğrencilik yıllarımda en azından yılda bir kez Ankara’ya gitmiştim. Sonra da o da kesilmişti. Tüm bu yıllarda mezarlık ziyareti yapmak aklıma bile gelmemişti.

Bu sefer hissettiğim, bu ziyareti yapmamın benim ve diğerlerinin hayatında bir şeylerin değişimini başlatacağı idi. Yani ziyaret aslında bir semboldü.
İtiraf edeyim sonrasında olanları yine de tahmin edemezdim. Hikaye devam ettiği için neler olduğunu, affınıza sığınarak başka bir yazıya bırakıyorum. Ama bu ilk adım birçok şeyi harekete geçirdi.

Ankara’ya girer girmez önce Cebeci Asri Mezarlığı’na yöneldik. Birkaç gün önceden Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Mezarlıklar Müdürlüğü web sayfasından ada ve pafta numarasını kolaylıkla bulmuştum. Mezarlıkta da görevliler gerçekten samimi bir çaba ile bize yardımcı oldular.

Seyahatin asıl motivasyon kaynağı olan ziyaret benim açımdan amacına ulaştı. Atalarımla konuştum, niyetlerimi ettim ve gönül ferahlığı ile oradan ayrıldım.
O an İstanbul’a dönsek benim için sorun değildi –seyahat amacına ulaşmıştı. Bu duyguyu hissetmek değerliydi.

Sonrasında kendimizi Ankara’nın kucağına bıraktık.

Ankara deyince görüntüler değil, hisler vardır bende… O pasajların çikolata kağıdı gibi ışıltılı vitrinleri, elma şekeri, balon, kar, beyaz balıkçı yaka kazak, İskoç etek… Sokakların ve semtlerin içimi okşayan ve özlem hissi de veren ses tınıları; Mithatpaşa, Kavaklıdere, Farabi, Karanfil, Kızılay, Çankaya, Sıhhiye, Meşrutiyet, Yüksel, Tunalı, Bestekar… Ah tabii bir de Kolej… Annemin tekrar tekrar anlatmaktan bıkmadığı gençlik anıları… Ve onun annesinin ve onun da annesinin ve babasının anıları… Seviyorum ve saygı duyuyorum bu şehre…

Önce Samanpazarı’na çıktık. Epey yıllar önce çok bakımsız olduğu ama yine de otantik bulunduğu söyleniyor. Şu an hala otantik ama oldukça bakımlı. Minik kafeleri, esnaf lokantaları, el işi ürünleri, Ankara Kalesi turistik bir ziyarette görülmeli.

Samanpazarı’nda bir de Rahmi M. Koç Müzesi var. Bu müzenin kurulmasının nedenlerinden biri Vehbi Koç’un iş hayatına Samanpazarı’nda babasının dükkanında atılmış olması. İkinci ise Rahmin Koç’un doğduğu şehre bir müze hediye etmek istemesi. İstanbul’daki müzeyi en az üç kez ziyaret ettiğimiz ve vaktimiz dar olduğu için buradaki müzeyi pas geçtik. Belki başka sefere…

Ardından şehir merkezine indik. Evet biliyorum; Kızılay eski Kızılay değil, Güven Park eski Güven Park değil, Bahçelievler değişti falan… Ben bu bakış açısından hoşlanmıyorum. Değişimin önüne geçmek mümkün değil. Daha güzel değişmek, gelişmek mümkün. İstediğimiz gibi dönüşmeyen yerlerde yine de bir zevk bulmak da öyle… Ben bu seçeneği kendiliğinden tercih ettim ve Ankara’yı çok sevdim. Geniş bulvarlarını, kocaman ağaçlarını, İstanbul’dan daha sakin bir şehir olmasını, bürokratik havasını… Babamın arkadaşı Raman, bir keresinde “Ankara’ya gittim, Ankara taşınmış” demişti. Çok gülmüştük. Elbette ki o çocukluğunu, gençliğini arıyordu. Ben bugüne bakmayı tercih ettim. Her şey bir seçim…

Tunalı Hilmi Caddesi’nde boydan boya yürüdük. Bir zamanlar tatillerde geldiğimde adım başı tanıdık bir insana rastlamalarım ve kuzenlerimin, “Nasıl bu kadar çok insana rastlıyorsun yaşamadığın şehirde?” deyişi aklıma geldi. Gülümsedim. Bu sefer tanıdık kimseye rastlamadım. Hatta Tunalı Hilmi bile yabancıydı. Çünkü küçücüktü. Ne kadar büyük, geniş görünüyordu gözüme bir zamanlar. Şimdi çok sevimli, sıcak ve küçücük geldi. Kuğulu Park da öyle… Ve ne kadar az kuğu vardı.

Gülten Akın’ın Deli Kızın Türküsü adlı, Sezen Aksu’nun da harika seslendirdiği şiirinde aklıma hep Tunalı Hilmi Caddesi gelir.

Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan
***
Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Akşamı Behzat Ç.’nin meyhane sahnelerinin çekildiği Sokakbaşı Meyhane’de noktaladık. Dizi biteli yıllar oldu evet ama biz onu hiç unutmadık. Şerefine kalkan birkaç kadeh ve güzel mezelerin ardından yorgun argın otelimize vardık.

 

Konaklama hakkında çok olumlu deneyimler aktaramayacağım. Ne yazık ki Ankara’nın göbeğinde 4 yıldızlı görünen bir otelin bazen iki yıldızı bile hak etmediğini olabiliyor. Bu da seyahatin nazar boncuğu idi.

Temizliğinden emin olamadığım için kahvaltının ucundan tadına bakmıştım. Bahçelievler’deki Varuna Gezgin’i görünce içeriye dalıp yiyecek sipariş etmem bundandır. Tabii o kadar kafe içinde burayı seçmemizin bir nedeni de dekorasyona dahil edilmiş binlerce kitap ve sıcak atmosferdi.
Sonra hikayelerini öğrendik. Varuna Gezgin Eskişehir’de doğmuş. Gezmek için yaşayan, yaşamak için gezen bir grup gönüllü seyyah gördükleri yemekleri, eğlence ve işletme kültürlerini önce Eskişehir’e sonra Ankara’ya, İstanbul’a, Antalya’ya, İzmir’e, Alaçatı’ya taşımışlar.

ADETA BİR REGRESYON ÇALIŞMASI
İkinci kahvaltının ardından doğduğum evin bulunduğu Emek Mahallesi’ne, hemen ardından taşındığımız Farabi’ye, şubat tatillerinde teyzeme ve kuzenlerime gittiğimde oynadığımız Şimşek Sokak’a bir uğradık.

Bu ziyaretleri önemsiyorum çünkü çocukluktaki belli anlar gelip gelip size kendini hatırlatıyor ve bunun nedenini çözmek bugünkü hayatınızda belirleyici olabiliyor. “Neden?” diye sorup o anının size ne anlatmaya çalıştığını bulmanızı tavsiye ederim.

Benim de Şimşek Sokak’ta böyle bir anım vardı. Teyzemlerin apartmanının yan tarafı boştu ve kot farkından dolayı orada adeta bir uçurum vardı. Bodrum sokaklarının fırlama çocuğu olarak bu özgürlüğü Ankara’ya da taşımak istemiş olmalıyım ki apartmanın yan duvarında enine doğru ilerlemeye başladım. Ayaklarımı ve ellerimi duvarda oluşan boşluklara sokuyordum. Şehirli çocukların asla cesaret edemeyecekleri bir şeydi bu. Kahramanca bir hareketti. Altımda uzanan derin çukura bakmadan ilerken, “Kızııım napıyorsun orada?” diyen bir kadın sesi ile irkildim. Bir dairenin küçük mutfak balkonundan beni görmüş, can havli ile bağırmıştı. Hemen geri döndüm. Annemden azar işitmeye hiç niyetim yoktu. Apartmanın içinde oynayan diğer çocukların arasına karıştım. Tam hatırlamıyorum ama o arada kıyafetimi değiştirmiş de olabilirim. Bu kadın yanımıza geldi, “Hanginizdiniz o duvardaki?” dedi. Gözü bana takıldı, mahallenin yabancısı çocuğa… “Sen miydin?” dedi. Ben de gayet emin, “Hayır” dedim. Ama korkmuştum itiraf edeyim. Hem yakalanmaktan hem de -sonraki yıllarda düşündükçe- oradan düşme ihtimalimden. Çünkü kurtuluşum zordu.

40 yaşında bir gün Juanita Puddifoot’un Deep Memory Process çalışmasında tak diye bu anı karşıma çıkmasın mı? Korku böyle bir şey işte… İnsanın üzerine yapışıp kalıyor. Geçti sanıyorsun, kolay kolay geçmiyor. Fark etmek önemli…

İşte bu ziyaretler ile bu anıları da şifalandırmış oldum.

Ankara’da tarihe meraklı olanlar için gezecek çok yer var. Hepsini 1,5 günde gezmek çok mümkün görünmüyor. Biz de bir eleme yaptık. Anıtkabir’e birkaç yıl önce günübirlik gelmiştik. Bu sefer I. ve II. Meclis’i ziyaret etmeye karar verdik. Böylece ziyaretimizin ana sebebi olan dedemiz Veled Çelebi İzbudak’ın 20 yıl milletvekilliği yaptığı bu binalarda dolaşmak da daha anlamlı olacaktı.

Meclis binasına girdiğimde beni en çok etkileyen şey yapının ve dekorasyonun mütevazılığı oldu. Fotoğraflarda gördüğümüz tıklım tıklım dolu o meclis salonu öyle küçük ki… Yeni bir cumhuriyet kuran o cesur insanların gösterişten uzak, aşkla amacına yoğunlaşmış hallerini hissetmek güzeldi.

I. Meclis’in 23 Nisan 1920’de burada toplanmasına karar verildiğinde henüz tamamlanmamış ve milletin katkısı ile bitirilmiş. Çok güzel değil mi?
“Bu işin parası nereden geliyor?” demek yerine dişinden tırnağından artırdığını binanın bitmesi için bağışlamak! I. Meclis’te fotoğraf çekimi yasaktı, o nedenle sizinle paylaşamıyorum.

Bu binanın hemen yanında ise II. Meclis binası var. İlk bina bir süre sonra yetersiz gelince 18 Ekim 1924’te bu binaya geçilmiş. Burası biraz daha geniş ve döşeli olsa da yine mütevazılığını koruyor. Genel Kurul Salonu daha büyük. Atatürk NUTUK’u 36 saat boyunca ilk defa bu salonda ve kürsüde, 15-20 Ekim tarihlerinde okumuş.

Binanın mimarı Vedat Tek (1873-1942). Bu binada 1960 yılına kadar Atatürk İlke ve İnkılapları gerçekleştirilmiş, önemli kararlar alınmış, yasalar çıkartılmış ve çok partili sisteme geçiş sağlanmış. Meclisin yeni binasına taşınmasından sonra ise bu bina Merkezi Anlaşma Teşkilatı CENTO’ya tahsis edilmiş. Çok sevgili büyüğüm Olcay Akkent’in de uzun süre iş yeri olan bu binayı ondan da dinlemişliğim çoktur. https://akkentolcay.blogspot.com/search?q=CENTO

Son durağımız Gençlik Parkı oldu. Açıkçası bana hiçbir olumlu duygu vermeyen, birbirinden zevksiz kafelerin bulunduğu bir yer burası. Bir zamanlar bambaşka olduğunu biliyorum. Ama o günlere dair bir izlenim alamadım. Sabahtan Atatürk Orman Çiftliği’ne de uğramıştık. Burada durum daha da vahim. Ankaralı’nın yarım asırlık keyif durağı Piknik de bu şehirde artık yok. Buralar da gezinin hüzünlü kısımları işte.

Son olarak Hacı Bayram Veli’ye de uğrayıp İstanbul’a doğru yola koyulduk.

Bu seyahatin ilhamı dönüş yolunda geldi. Madem büyük dedemiz Veled Çelebi’nin mezarını ziyaret etmiş, onunla yeniden bağ kurmayı dilemiştim; bu çağın imkanlarını kullanarak onun eserlerini, çabalarını, bu ülkeye kazandırdıklarını ve hayat hikayesini sosyal medya üzerinden yeniden anlatmalıydım. Ankara-İstanbul karayolunun bilmem kaçıncı kilometresinde yol çalışması nedeniyle sıkışıp kalmışken Veled Çelebi İzbudak adına bir Facebook ve Instagram hesabı kurmaya karar verdim.
Döner dönmez de bu kararımı hayata geçirdim. Bu girişimimin ilk hediyesi değerli “biriktirici” Talat Öncü’nün bana ulaşıp dedemizle ilgili evraklar elinde bulunan evrakları ulaştırması oldu. Talat bey meğer arkadaşım Toprak Gürkan’ın dayısı imiş. Sosyal medyada bir iki hareket bizi buluşturdu. Ey sosyal medya, sen nelere kadirsin! Bakalım daha neler olacak?

İki mecrada da @veledcelebi olarak takip edebilirsiniz. Twitter’da ise @celebiveled olarak bulabilirsiniz.

Bir Mevlevi, dil bilimci ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk milletvekillerinden olan Veled Çelebi İzbudak’ın mezar taşında yazan kendi dizeleri… “Geçtim hevâsat-ı dünyeviden/Zevk aldım umuru uhreviyeden/Yarab beni bir nefes ayırma/Kuran’ı hadisi Mesnevi’den”

«

»

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir