Yukarı
Geziler

Konya’da zamanı aşmak

Ne zaman: 16-18 Ekim 2018
Nasıl: Uçak
Kazanım: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir, bu dünyadan göçmüş olan bazıları, hayatta olanlardan daha canlı olabilir.

Konya dönüşü sosyal medyada şu satırları paylaşmıştım:

“Hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Kapalı görünen kapılar açık, yok sanılanlar var, geç sanılan saatler erken, var sanılan zaman yok, uzak sanılan yollar yakın, kapı bekçisi görünenler derviş, ölmüş sanılanlar diri, rüya zannettiklerimiz gerçek, her şey sanılanlar hiç, hiç sanılanlar her şey olabilirmiş. Şahidim… Bizi bağrına bastığın, gönlünün en derin kapılarını açtığın için teşekkür ederim Konya… Sana ve seninle olanlara…”

Bu satırlardan da anlaşılacağı üzerine Konya üzerine “şurada şu var, burada bunu yedik” falan diye yazmak çok kolay değil. Konya’da yerler, insanlar değil de sadece “hisler” ve “haller” deneyimledim. Tüm bunlar nasıl anlatılır ki? Bilmiyorum…

Konya’nın kapısı çok uzun yıllardır benim bulunduğum taraftan açılmıyordu. (Yoksa tam tersi miydi?) Kapının kabahati değil tabii. Benim elim o kapının tokmağına bir türlü uzanmıyordu. Orada köklerim vardı ve bilmediğim bir nedenle onlara dokunmaktan çekiniyordum. Hatta düpedüz korkuyordum.

Hollanda’dan davetlimiz olarak İstanbul’a gelen değerli psikolog ve Dünya Regresyon Terapistleri Birliği kurucusu Hans Tendam, 5 Ekim 2018 Cuma akşamı Ortaköy’de gerçekleştirdiğimiz özel bir sohbetin sonunda elimi sıktı ve “Konya’ya git. Bendensin…” dedi.

O an elim tokmağa uzandı.

İki gün sonra aynı grupta iki gün boyunca regresyon seminerine katıldığımız ancak hiç tanımadığım genç bir kadın yanıma gelip rüyasını anlattığında ve bir gün sonra annemden aynı akşam görülmüş bir başka rüyayı dinleyince….

Ortada korkudan eser kalmadı. Mesaj netti.

Daha önce defalarca Konya’ya gittiği ve “hislerle” arası iyi olduğu için sevgili arkadaşım Hande Akın’ı aradım ve bu ziyarette bana eşlik etmesini rica ettim.

16 Ekim günü İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Konya’ya doğru havalandık. İstanbul’da hafiften bir sonbahar havası vardı. Konya ise bizi yaz sıcağı ile karşıladı.

Eşyamız az olduğundan Havaş’tan iner inmez gezinmeye başladık.

TADİLATTAYIZ, HER AN…

Şu an durum nedir bilmiyorum ama gittiğimiz dönemde Konya baştan aşağı tadilattan geçiyordu. Kendi farkındalık yollarımızda her an tadilattan geçmeye gönüllü olan bizler için güzel bir işaretti.

İlk durağımız Alaeddin Tepesi’ydi. Konya biliyorsunuz dümdüz bir şehir. “Bu tepe de nereden çıktı?” diyenlere verilecek çeşitli cevaplar var. Bunlardan biri şöyle: Alaaddin Keykubat, şehre hakim bir saray yaptırmak ister. Şehirde böyle bir tepe olmadığı için hemen ferman çıkarılır ve herkes toprak vergisi olarak çuvalla toprak getirip buraya yığar. Oluşan tepeye de Alaaddin Tepesi adı verilir. Bir başka bilgi ise tepenin 4000 yıllık bir höyük olduğu yönünde… Konya’da bütün yollar Alaaddin’e çıkarmış ve bir başka iddiaya göre dünyanın en büyük kavşağı da buradaymış. Aslında tepe ve üzerindeki eserler hakkında çok daha fazla detay, hikaye ve gizem var ancak bunlara hakim olacak kadar gezme ve bilgi edinme şansım bu sefer olmadı.

İstanbul’dan sonra adeta bomboş görünen şehirde tepeye çıkıp önce hayatımda gördüğüm en güzel ve büyük gül çeşitleri ile karşılaştım. Ve belediyenin temizlik aracıyla… Bize her şey işaret… “O zaman başlasın temizlik” dedik ve devam ettik. J

İçindeki Roma dönemine ait 40 adet sütunuyla tarihin, dönemlerin, döngülerin simgesi Alaeddin Camii’ni, caminin candan görevlisi tarafından detaylıca bilgilendirdik; camiinin tarihçesi, kapısı açılmayan gizemli bölümler…

Otelimize doğru yürürken Merace’l Bahreyn, iki okyanusun buluştuğu yer, yani Hazret-i Mevlana ile Şems-i Tebrizi’nin ilk karılaştığı noktadan geçtik.

Şems 1244 yılının Kasım ayında Konya’ya gelmişti. Konya’da Şekerciler hanına indi. Ertesi gün 30 Kasım, ikindiye doğru, ana cadde üzerinde müderris olduğu halinden belli birisinin, sağında solunda talebeler olduğu halde, bir katırla geçtiğini gördü. Herkes:

“Mevlâna Celâleddin geliyor!” diye ayağa kalkıyor, hürmetle selâmlıyorlardı. Demek yıllardır adını işittiği, Mevlâna buydu. Şu katır üzerindeki kısa siyah sakallı, yanık buğday benizli, mütebessim insan. Hoşuna gitti hali. Yerinden kalktı, kalabalığı yara yara ilerledi. Tam karşılaştıkları zaman katırın dizginlerini sımsıkı tuttu. Biraz sert ve kısa, sorular sordu. Aldığı cevaplarla o kadar heyecana düşmüştü ki dayanamadı, düşüp bayıldı.”

Çok kısa bir yürüyüşten sonra kalacağımız Hich Hotel’e ulaştık. Otel, Konya’ya özgü tarihi evlerin restore edilmesi ile ortaya çıkmış ve sadece 13 odası var. Her odanın da bir adı… Zaman, Arap, Kitap… Hepsi tersten okununca da anlamlı isimler… Odalar modern döşenmiş, beyaz ağırlıklı ve karakterli… Ama en önemlisi pencereden baktığınız an Mevlana Türbesi’ni görüyor ve her an “hatırlıyor” olmak. Gece o yeşil kubbe öyle güzel ışıklandırılıyor ki saatlerce seyretseniz sıkılmazsınız. Otel türbeye yürüme mesafesinde. Yürüme deyince birkaç dakikalık yürümeden bahsediyorum. O kadar yakın ki gündüz otelin bahçesinde otururken müzeden gelen ney sesini dinleyebiliyorsunuz.

Resepsiyonun arka duvarında yer alan “tersine işleyen saat”, oda anahtarı ile birlikte verilen antika anahtar, odaların isimleri, duvarlardaki tablolar, el işçilikleri, otelin her bir köşesinde dilediğinizi alabileceğiniz binlerce kitap ile otel adeta mesaj üstüne mesaj yağdırıyor. Konya’nın yetiştirdiği değerli insanlardan, büyük dedemiz Veled Çelebi İzbudak’ın yakın dostu Dr. Feridun Nafiz Uzluk ve ailesi hakkındaki araştırma eser, otelin bana en büyük hediyesi oldu. Bir teşekkür olarak bir dahaki gidişimde otele hediye etmek için birkaç kitap götürmeye karar verdim.

Eşyalarımızı odaya bırakıp koşar adım Mevlana Türbesi’ne gittik. Laf olsun diye söylemiyorum; gerçekten duymaya gönlünüz varsa, “Gel, ne olursan ol gel” her an hissediliyor. İlk günün heyecanı diye düşünmeyin çünkü günün geri kalan kısmında da ertesi gün de aynı heyecanla oraya adeta çekildik.

17 Aralık 1273 yılında vefat eden ve Gül Bahçesi’ne gömülen Hz. Mevlâna’nın kabri üzerine 1274 yılında bir türbe, 1396 yılında da çini kaplı külâh ve kubbe yaptırılmış. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled de bu bahçeye gömülmüştür. Son postnişinlerden, büyük dedemiz Veled Çelebi İzbudak’ın anılarında yer alan bilgiye göre, bir gün Mevlana bu bahçenin önünden geçerken, “Şimdiye kadar Sultan Bahçesi idi; bundan sonra insan bahçesi olacak!” demiş. Bu sözü I. Alaeddin Keykubat’a söylemişler, o da bu arsayı hediye etmiş.

Müzenin girişi ücretsiz. Dilerseniz kulaklık sistemi kiralayarak bireysel rehberlik ile dolaşabilirsiniz. Hz. Mevlana’nın türbesi de bir süredir tadilatta… Biz de o döneme denk geldik. Fark eder mi? Bence hayır. Gözümüzle gördüğümüze yaptığımız bir seyahat olmadığından türbeye girip içeride biraz dolaştıktan sonra banklara oturup etrafı izlemeye başladım. Her yaştan ve her memleketten yüzlerce insan gelip geçti önümden. Kimi her şeyin fotoğrafını çekti, kimi hızlı adımlarla gelip geçti, kimi ellerini açıp uzun uzun dua etti, kimi de zorla getirilmiş gibi bir ifade ile bakıp geçiverdi. Tüm bunlar tabii ki benim yargılarımdı. Aslına bakarsanız anlattığım herkes muhtemelen bambaşka deneyimler yaşadı. İçsel dedikoduma bir son vermek için bende oturduğum bankta gözlerimi kapattım. Bu bölümden çıkarken kendimce selamımı almıştım.

Müzenin içinde ayrıca Mevlevi Dergahı’nın açık olduğu dönemde kullanılan odalar (hücreler), bölümler, müzik aletleri, kitaplar ve diğer bazı eşyalar var. Ayrıca dergahın çeşitli bölümlerindeki görevlilerin temsil edildiği ve balmumu olduğunu sandığım heykeller…

1001 GÜNLÜK ÇİLEYE GÖNÜLLÜ MÜSÜN?

Derviş olmak için dergaha gelen kişi eğer bu kararında ısrarlı ise önce Saka postuna oturtulur. Daracık bir merdiven altındaki taşlıkta bulunan bu postun üstünde üç gün oturur ve diğerlerini seyreder. Üç günün sonunda Aşçı Dede (Dergahın bir zabiti Aşçı Dede, diğeri Tarikatçı Dede’dir) derviş adayını karşısına alır ve yolu anlatır. Sonra 1001 gün yani üç sene süren hizmet dönemi başlar. Bu sürede en ağırından başlayarak; süpürgecilikten ayakçılığa, pazarcılıktan somatçılığa on sekiz hizmet vardır. İlk dokuz günden sonra ise Mevlevilik semasını öğrenmeye başlar. 1001 günün sonunda o kişi artık Mevlevi Dedesi olur. İlgi duyduğu alanda sanatını da icra edebilir. İstediği Mevlevi Dergahı’na gidip orada kalabilir, konaklayabilir.

KUCAKLAŞMA- Sancakların bulunduğu bölümde beni müzenin görebildiğim tek fotoğrafı karşıladı. 1. Dünya Savaşı’nda cepheye doğru yolan çıkan Mevlevi Alayı’nın, az önce kapısından girdiğim Türbe’nin kapısında çekilmiş fotoğrafı…. Başlarında Mücahidin-i Mevleviyye Kumandanı Veled Çelebi (İzbudak). Yani büyük dedemiz….

Türbe’den çıkarken tüm bedenime yoğun ama yumuşak bir masaj yapılmış gibi olduğuna yemin edebilirim. İlk gün akşam yemeğini erken bir saatte Somatçı Fihi Ma Fih’te yedik. Evet, az önce bahsettiğim “somatçı”lıktan geliyor adı. Somatçı, dergahta sofrayı kuran kişiye deniliyor. Menüde Çatalhöyük, Mevlevi mutfağı, Osmanlı mutfağı ve Konya mutfağının örnekleri yer alıyor. Domatesin bulunmadığı bir dönemin mutfağı olduğu için farklı tarifler ve tatlar yer alıyor. Biz her tattan azar azar denemeyi tercih ettik. Hepsi birbirinden harikaydı.

Şems-i Tebrizi’nin Türbesi ve Mezarı da tadilatta olan ziyaret noktalarındandı. Benim için akşam vakti ve tadilatta olan bir yeri ziyaret etmek akla bile getirilmeyecek bir şeydi. Ama Hande hayatı böyle yaşamıyor. İyi ki… O’nu ziyaret etmek için çıktığımız yol bize yeni dostlar kazandırdı. Dinamiği bizim aklımızda anlaşılmayacak, bambaşka hayatlardan gelen bambaşka insanlar ve gözleri görmeyen bir güvercin, bir masa başında, semaverde demlenmiş çay eşliğinde saatlerce sohbet ettik. Birbirimizin yarasına merhem olduk.

Gece boyunca içimden şöyle dedim: “Bir Ferzan Özpetek filminin içindeyiz.”

O akşam masadakilerden birisi sordu:

“Mesnevi’yi kaç kere okudun?”

Doğru soru bu muydu? Bilmiyorum. Mesnevi okunur muydu, Mesnevi olunur muydu? Bir zamanlar Mesnevi’yi oku(ya)madığım için suçluluk duyarken bugün asıl meselenin Mesnevi’yi yaşamak olduğunu biliyorum. O yüzden gönül rahatlığı ile şöyle dedim:

“Mesnevi’yi henüz okumadım.”

O akşam benim için zamanın varlığından en çok şüphe duyduğum, korkularımla yüzleştiğim ve kapalı kapıların manasını olabildiğince kavradığım bir akşam oldu.

Otele dönerken yine dayanamayıp ara sokaklara daldık ve yolumuz önce Atölye Nar’a sonra Hiçhane’ye düştü. Hiçhane… Konserlerin, atölyelerin, tasavvuf sohbetlerinin gerçekleştirildiği, farklı bir dekorasyona ve açık bir kalbe sahip Hiçhane’de gönülden ikram edilen çaylarımızı içip nihayet otele döndük.

Yorgun bir günün sonunda güzel yatağıma gömülüp derin bir uyku çekeceğimi zannederken birkaç saatlik uyku ve karmaşık rüyalarla sabahı zor ettim.

İkinci günün sabahı bir karar vermemiz gerekiyordu. O gece İstanbul’a dönecek miydik, yoksa bir gece daha kalacak mıydık? İkimiz de kalmak istiyorduk. Koca bir 24 saat daha! Yaşasın! Ayaklarımız bizi yine koşa koşa Türbe’ye götürdü. Yine herkes kendi deneyimini yaşarken ben de kendi iç dünyamdaydım. O sırada yanımdan geçen ve sonradan İranlı bir müzisyen olduğunu öğrendiğimiz gencin mırıldandığı müzik gözyaşlarıma da yol oldu.

Karatay Medresesi Müzesi, İnce Minare Müzesi, Atatürk’ün Evi, Konya Arkeoloji Müzesi, Sahip Ata Müzesi ve Camii, Şeyh Sadrettin Konevi Türbesi, Sırçalı Medrese… Bizim bir güne sığdırabildiğimiz ziyaretler buralar oldu.

 

Konya’da edindiğimiz dostlarımıza ikinci akşam yenileri eklendi. içinde bulunduğumuzu düşündüğüm film sahnesi daha da ilginçleşti, çeşitlendi.

Gece yine bölük pörçük uykular ancak bu sefer çok değerli bir rüya ile sona erdi.

Son günümüze uyandığımızda ikimiz de biraz yorgun, biraz hüzünlü, diğer yandan oldukça mutluyduk. Nice mucizeler ile çıktığımız yolculukta Konya bize nicesini daha sunmuştu.

Konya Havalimanı’na gitmek için Havaş saatlerinin seyrek olduğunu görünce Hande ile birbirimize bir an için baktık ve karar verdik. Son ana kadar Konya’da kalacak ve havalimanına taksi ile gidecektik. Çantaları topladık, resepsiyona bıraktık ve kendimizi yine önce Türbe’ye sonra Konya sokaklarına ve son olarak Şems-i Tebrizi’nin kapısına attık. Bir dosta verilecek bir emanetimiz vardı.

Her şey tamam olduktan sonra otele döndük ve eşyalarımızı alıp taksiye atladık. Otel müdürü Abdoz bey arkamızdan bir maşrapa su döktü, biz de su gibi İstanbul’a aktık.

 

 

“Nice toprak gibi mezarda yatanlar var ki faydaları ve feyizleri

bakımından yüzlerce diriden üstündür.

 Gölgesini gizlemiş ama toprağı gölge vermekte.

Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.”

Mevlâna

 

 

 

 

«

»

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir