Yukarı
Geziler

Yağmur bizi Disney’e götür!

İnsanın en mutlu ve en “anda” olduğu hallerden biri, çok sevdiği bir şeyi, bir ortamı ya da bir insanı gördüğü andır sanıyorum.

Ve o anın tekrarı yoktur. Disneyland Paris’e girdiğimiz an işte o saniyelerden biriydi…

İzmir’de üniversite sınavlarına hazırlık için gittiğim dershanede çantamda Walt Disney’in ilk filmlerinden Fantasia’nın VHS kasedini gören çocuk, çizgi film izliyorum diye benimle alay ettiğinde ona bunun çizgi filmin ötesinde bir şey olduğunu anlatmaya gücüm yetmemişti. “Çizgi film değil o…” demekten öteye gidememiştim o pis pis sırıtırken. Kim olduğunu bile hatırlamıyorum ama merak ediyorum şimdi çocuklarıyla birlikte aslında daha çok yetişkinlere hitap eden Walt Disney ve Pixar filmlerini keyifle izlerken onun da aklına geliyor mu bu anı?

Devam eden yıllarda da Disney yapımı animasyonlara ve filmlere hep ilgi duysam da bir Disneyland ziyareti yapmak önceliklerim arasında değildi. Bu fikri aklımıza Yağmur soktu. Geçen kış web üzerinde bulduğu Paris fotoğraflarının büyük boy çıkışlarını aldırıp odasının duvarlarını, kapısını ve hatta dolap kapaklarını Paris manzaraları ile donattı ve “2016 yazında Paris’e ve Disneyland’e gitmeye niyet ediyorum” dedi. Dönüşümüz olmadığını o an anlamıştık. Çocukların temiz kalplerinden çıkan niyetler gerçek olur.

Sonunda izin süremizin el verdiği kadar, yani 10 günlük bir Disneyland ve Paris seyahati organize ettik. Bodrum’dan annemler, Washington’dan halamlar derken cümbür cemaat, 6 yetişkin ve 12 yaşında bir çocuk olarak Charles De Gaulle Havalimanı’nda bir araya geldik.

Parkları ziyaret edeceğimiz günler için konaklamayı Disneyland içinde yapmayı tercih etmiştik ki oraya gidince bunun ne kadar doğru bir karar olduğunu da anladık. O kadar büyüleyici ve gez gez bitmeyen bir yerden bahsediyoruz ki, insanın altında otomobil de olsa, tren de gelse, her gün Paris’ten buraya gelmek bence mümkün değil. İkinci gün pes etmeniz olası…

Bir kovboy kasabası konseptinde olan otelimize giderken saat öğleden sonra 16.00 civarıydı ve o gece dinlenip ertesi sabah erkenden parklara gitmeyi düşünüyorduk. Ama ne mümkün… Kapıdan girer girmez öyle bir hava sarıyor ki insanı tek düşündüğünüz şu oluyor: Hadi eğlenelim, hadi eğlenelim…

Otele giriş yaptığımızda verilen ve kalacağımız gün kadar geçerli olan park giriş biletlerini çantalarımızın en güvenli bölümlerine yerleştirip düştük yola… Yani otelin önünden neredeyse hiç beklemenize gerek kalmadan kalkan servis ile 5 dakikalık mesafedeki parka gittik.

İlk gün Walt Disney Studios Park’a girdik, Fantasia’nın dans eden kovası ve süpürgeleri karşıladı bizi! Ama esas mesele Disneyland Park’taymış meğer. Onu da ertesi sabah anladık.

İnsanın en mutlu ve en “anda” olduğu hallerden biri, çok sevdiği bir şeyi, bir ortamı ya da bir insanı gördüğü andır sanıyorum. Ve o anın tekrarı yoktur. Yani o kapıdan ikinci kez girdiğinizde, o insanı ertesi gün ikinci kez gördüğünüzde aynı yoğun etki bir daha yaşanmaz. İşte o sabah, daha da yetişkinler henüz odalarındayken biz azimle kalkıp Disneyland Park’a girdiğimizde üçümüz de tekrarı yaşanmayacak bir anın içindeydik. Herkes aynı etkiyi yaşar mı bilmem ama bana üniversite öğrencisiyken defalarca Fantasia izlettiren içimdeki çocuk, o sabah da neşeyle dans ediyordu. Binalar, yollar, çiçekler, çok neşeli insanlar ve o müzikler… Filmleri izlerken bazen farkında bile olmadan dinlediğimiz melodiler…. Ve o siyah kulaklar… Her yerde, her şeyde, herkesin kafasında kulaklar… Öyle ki birkaç gün sonra acaba gerçekten kulaklarım çıktı mı diye başınıza dokunmanıza neden olacak kadar çok kulak…

 

Yazının tamamını okumak için tıklayın.

«

»

Yorum yapmak ister misin?

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir