Ne zaman: 11-12 Ağustos 2018
Nasıl: Hızlı Tren
Kazanım: Üşenme, kalk, git, gez, gör, fark et
İtiraf edeyim, bir hafta önce hafta sonu bir geceliğine İstanbul’dan Ankara’ya gittiğimiz için seyahatin ilk sabahı yataktan kalkarken “Ne işimiz var şimdi yollarda?” dedim. Tam ben böyle düşünürken eşimin ağzından da aynı cümleler döküldü. Bir yandan da halimize gülüyorduk.
Pendik’ten kalkan hızlı tren 06.35’te kalkıyordu. O nedenle biraz haklıydık ama pes etmedik.
Erken kalkan yol alır, biz de erken kalkmanın ödülünü yaklaşık 09.00’da Eskişehir’de olarak aldık. Yol sadece 2,5 saat sürüyor. Kitap, kahve, çay, uyuklama derken su gibi geçiyor.
*Küçük bir hatırlatma: İlk defa hızlı tren bileti aldığım için dikkat etmediğimden gidişte de dönüşte de gidiş yönünün tersine oturmak zorunda kaldık. Eğer bundan rahatsız olan biriyseniz bilet alırken trenin gidiş yönüne dikkat etmeyi unutmayın.
Eskişehir Garı şehrin merkezinde… 10 dakika yürüyerek kalacağımız yere ulaştık. Henüz üç ay önce açılmış olan minik ve sevimli bir otelde kaldık. Corner Inn… Temizdi ve personel ilgiliydi.
Eşyalarımızı bırakır bırakmaz kendimizi sokaklara attık. İşte en sevdiğim kısım. Bir şehirle ilk temas! Eskişehir hakkında o kadar çok şey duymuş olmama rağmen temas etmek bambaşka…
Hemen Porsuk Çayı’nın kıyısına attık kendimizi. Bu bölge zaten şehrin en hareketli yerlerinden biri. Cumartesi sabahı aileler, gençler, öğrenciler kahvaltı için bu sıradaki kafeteryaları doldurmuştu. Biz de gün boyu yürüyeceğimiz bahanesi ile sevimli bulduğumuz mekanlardan birinde bol çeşitli bir kahvaltı ettik.
Şehir düz ayak ve gerçekten birçok yere yürümek mümkün. Önce Eskişehir TCDD Müzesi’ne gittik. Müze görevlisi Mehmet bey eskiden makinistmiş. 1997’de felç geçirince geri hizmete verilmiş, müzede rehberlik (sanırım daha birçok iş) yapmaya başlamış. Soyadını sorduk, “Mehmet Güçlü ama artık güçsüzüm” dedi. İsyan etmeyip işini severek yapmaya devam etmek ne büyük bir güç oysa… O trenlere aşık, hissediliyor.
Ardından yine yürüyerek (ama epeyce yürüyerek) TÜLOMSAŞ (Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi A.Ş.)’ın bahçesinde ilk yerli otomobil DEVRİM’i görmeye gittik. Biliyorsunuz hüzünlü bir hikayesi var. Kendi köklerini karalamaya nedense çok meraklı olanların “Hahaha, araba yapmışlar, benzin koymayı unutmuşlar” diye alay etmesi sizi yanıltmasın. Okumuş, araştırmış ya da filmini izlemiş olabilirsiniz. Burada harika bir hikaye var. Okullu ve alaylılardan oluşan bir grubun, kendi içlerinde de zaman zaman çekiştiği ama sonunda birlik içinde hareket ettiği bir başarı hikayesi. Ama sonu getirilememiş.
Mahmut Kiper’in “Artık Paydos” adlı kitabından alıntılarla kısaca aktarmak istiyorum.
Aslında ortada iki otomobil var. Biri bej, diğeri siyah…Trenle Eskişehir’den Ankara’ya getirilirken tren katarında yangın tehlikesi yaratmamak için otomobillere sadece benzin istasyonuna gidecek kadar benzin konulur. Ancak acelecilik, organizasyon eksikliği ve bence belki de haset nedeniyle benzin ikmali yapılmadan otomobiller Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in binmesi için TBMM’nin önüne çekilir. Bir gazete huni şekline getirilip alelacele benzin koymaya çalışılır ama olmaz. Cemal Gürsel o sırada gelir, biner, otomobil 200 metre gidip durur. Cemal Gürsel o tarihi cümleyi söyler: “Batı kafası ile otomobil yapıyorsunuz ama Doğu kafası ile benzin koymayı unutuyorsunuz!” Ne acı bir yorum! Nesiller boyu üzerimizden atamadığımız bir blokajın bir kez daha tetiklenişi.
Bu arada diğer otomobile benzin konulur ve bej renkli Devrim, gözyaşları içinde Ankara caddelerini aşar, Anıtkabir’e ve oradan Hipodrom’a gider, geçit törenine katılır.
Ancak ertesi gün tüm gazeteler ağız birliği etmişçesine başlık atar. “Devrim yolda kaldı!”
Devrim sen nasıl bir kelimesin ki katı zihinlere korku salıyorsun.
Otomobiller ezilir, geriye sadece şu an sergilenmekte olan otomobil kalır. Onu da kimler nasıl becerip sakladı da idamdan korudu kim bilir…
Bu hikaye bence bize müthiş bir mesaj veriyor. Değişim cesareti, desteklemek, devamını getirmek, sahip çıkmak, sahiplenmek, kıymet bilmekle ilgili bireysel ve toplumsal eksiklerimiz var.
DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK ANA YURDU
Atatürk’ün yurt gezilerinde kullandığı Beyaz Tren’in vagonu da yine TÜLOMSAŞ’ın bahçesinde sergileniyor. TÜLOMSAŞ yani eski adıyla “Eskişehir Cer Atölyesi”, Milli Mücadele döneminde ve daha sonra Cumhuriyet için önem taşıyan bir yer. Yine Mahmut Kiper’in kitabından öğrendiğimize göre burada üretilen askeri malzemeler Sakarya Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz’da kullanılmış. 1925’te ise 500 dönümlük arsa üzerinde atölyeler, montajhaneler, kazanhane, çarkhane kurulmuş ve faaliyete geçmiş. Burası Cumhuriyet’in ilk ve en uzun dönem tek ağır sanayi kuruluşu olmuş.
SANATKAR BAŞKAN, SANAT ESERİ ŞEHİR
Sonraki rotamız Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in kente armağanı olan Balmumu Müzesi idi. Dünyanın pek çok ülkesinde bulunan “Madam Tussaud” Müzesi’nin Türkiye’deki ilk örneği olan müzede tarihi kişiler ile yerli ve yabancı ünlü 160 kişinin heykeli var. Kentte giriş ücreti 10 lira civarında olan tek müze ve geliri kız çocukları ile engelli çocukların eğitimi için kullanılıyor. Şehirdeki diğer müzeler ise ya ücretsiz ya da erkeklere 3 TL, kadınlara ve öğrencilere ise 2 TL.
Eskişehir Belediyesi’nin başarısının, Büyükerşen’in çok yönlülüğüne ve sanatçı kişiliğinden kaynaklandığını fark etmemek mümkün değil. Müzeleri ve şehri gezdikçe iki unsurun nasıl bir bütün oluşturduğunu fark ediyorsunuz: Sanat ve şehircilik…
Müzede Atatürk’ün çeşitli dönemleri, silah arkadaşları, siyasiler, yazarlar, sanatçılar, Eskişehirspor’un efsane kadrosu, yabancı oyuncular ve daha kimler var kimler…
Lady Diana hep 36 yaşında, Aşık Veysel sazıyla aşkta, Midas’ın kulakları ise uyarıyor: Dikkat edelim, tutamadığımız sırlar rüzgarla, otlarla, ağaçlarla dünyaya yayılmasın.
ODUNPAZARI UYANIYOR
Ve sırada Odunpazarı… Duydunuz, fotoğraflarını gördünüz belki… Gerçekten çok hoş. Şehrin bu eski semti yeniden doğuyor. Birçok bina restore edilmiş, küçük el işi dükkanları, kafeteryalar açılmış. Galeriler, müzeler, bedestenler… Yok yok… Biraz içlere doğru gidince henüz yenilenmemiş bölgeleri görüyorsunuz ama o halleri de güzel, doğal. Adı Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de geçen Odunpazarı, lületaşı, cam, ahşap ve antika meraklıları için de çok keyifli. Yine de bizim vardığımız sonuç; özgün üretim yapma konusunda yeterince çalışkan değiliz. Birçok ürün her dükkanda var. Tabii ki daha uygun fiyatlı satabilmek için bu gerekli. Ama yine de insanın gözü daha fazla orijinal ürün arıyor. Potansiyelimiz var ama kullanmıyoruz, birbirinin kopyası ürünleri alıp satıyoruz gibi geliyor.
KURTULUŞ MÜZESİ
Odunpazarı’nda biraz yorulduğumuz için girsek mi girmesek mi diye kapısı önünde oyalandığımızı ve çıkışta “İyi ki girmişiz” dediğimiz Eskişehir Kurtuluş Müzesi’ni mutlaka görün. Büyükşehir Belediyesi’nin kente armağanı… 2016’da açılmış. İsmet Paşa, II. İnönü Savaşı’nı buradan yönetmiş.
“Burası bir halkın ulus olma uyanışının, birleşmesinin, ayağa kalkıp destanlaşmasının yaşandığı topraklardır.
Burası tarihin yeniden yazıldığı,
İlkleriyle her zaman kalplerdeki yerini alan şehirdir.
Burası bağımsızlık mücadelesine ilk el veren halkın yaşadığı şehir Eskişehir’dir.”
Ahşap binanın bakımsız halini, şimdiki hali ile karşılaştırmanızı sağlayacak teknolojiler de kullanılmış. Serin ve karanlık bir odada kum torbalarına oturarak Kurtuluş Savaşı belgeseli izlemek hem hatırlatıcı ve duygulandırıcı hem de dinlendirici oldu. Çıkışta bir de sürpriz vardı. Greenbox teknolojisi ile yeşil bir duvarın önünde poz veriyor ve sisteme e-posta adresinizi giriyorsunuz. Fotoğraf hemen e-posta kutunuza düşüyor. Atatürk ile yan yanasınız. Son yıllarda bu fotoğraf montajlama işinin özellikle okullarda biraz abartıldığını düşünsem de Atamız ile bir fotoğrafım olması hoşuma gitti doğrusu.
ADETA BİR KIYI ŞEHRİ
Günün sonunda Hamamyolu Caddesi denilen şenlikli bir çarşı pazar bölgesinde dolaştık. Yerel markalar çoğunlukta, bunu özlemişiz. Parklar, belediye kafeteryaları, köprüler, heykeller, sokakta müzik yapan gençler…. Çok şenlikli, adeta bir kıyı şehri havasındaydı. Eskişehir’in bir üniversite şehri olması enerjisini dinamik tutuyor, bunu hissetmemek mümkün değil.
Ertesi gün minik otelimizin sevimli kahvaltısını yaptık. Eşyalarımızı toparlayıp resepsiyona teslim ettik. Planda Kentpark ve Eti Arkeoloji Müzesi ziyareti ile Porsuk Çayı’nda tekne turu vardı.
Eskişehir’de tramvay hattı ile birçok yere ulaşmak mümkün. Biz de Kentpark’a bu şekilde gittik. Yeni otogarın tam karşısındaki Kentpark, çok geniş bir park alanı… Parkın Porsuk Çayı’na bakan kısmında bir de suni bir plaj var ki en çok konuşulan yeri de orası… Kumsal gerçek kumla oluşturulmuş. Su havuz görünümünde olsa da içinde kum taneleri seçiliyor. Aileler ve engelliler için ayrı ayrı bölümler var. Zaten Eskişehir her anlamda engelli dostu olarak tasarlanmış. Ayrıca suda çılgınca oynamak, birbirine su sıçratmak isteyen gençler için de oldukça geniş bir bölüm ayrılmış. Giriş 30 TL olduğundan olsa gerek, ağustos ortasında çok da kalabalık değildi.
KYBELE’NİN ENERJİSİ BİZİMLE OLSUN
Buradan Eti Arkeoloji Müzesi’ne geçtik. Özel bir kurumun desteklediği ilk müze imiş burası… İçeride Neolitik, Kalkolitik, Tunç, Hitit, Frig, Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini kapsayan yaklaşık 22.500 eser var. Benim dikkatimi en çok Kybele çekti. Kybele Anadolu’da önemli bir figür. Bolluk ve bereketi, üretkenliği temsil ediyor. Bu tanrıçayı daha iyi tanımak, enerjisi hayatımıza tanışmak önemli diye düşünüyorum.
TATAR MUTFAĞINI DENEYİN
Müze çıkışında önce Eskişehir Çiğbörek Evi’nde bir yemek molası verdik. Kırım Tatarları’nın zenginleştirdiği Eskişehir’de mutfak kültürü de bundan etkilenmiş. Biz de Tatar mutfağının örneklerini denemeden dönmek istemedik. Tabii ki çiğbörek yedik. Kabarmış mis gibi börekler kule gibi üst üste dizilmiş halde geliyor. Ayrıca bir kebap türü olan Balaban ve Bahçesaray tatlısı bölüştük. Bir de çorba içtik ama şu an adını hatırlayamadım. “… Sorpası” kısmı aklımda kalmış sadece. Hatta önce garson gencin çorba diyemediğini düşündüm. Meğer sorpa, et suyu demekmiş.
Dönüş için daha vaktimiz vardı. Bir gün önce doyamadığımız Odunpazarı’na bir kez daha gittik. Bu sefer genç yaşta kaybettiğimiz değerli gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun daktilo müzesini gezdik. Hayatının bir döneminde Eskişehir’de okumuş olan Talipoğlu, henüz hayattayken daktilolarını Odunpazarı Belediyesi’ne bağışlamış. Diğer bağışçılar da eklenince ortaya harika bir müze çıkmış. Merhum Başbakan, şair, yazar ve gazeteci Bülent Ecevit de daktilosunun başında sizi bekliyor:
“…
takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu
kıyılar kadın olmuş
açılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği”
PORSUK’TA TEKNE TURU
Tren saati yaklaşırken son bir hedefimiz kalmıştı: Porsuk’ta tekne turu… Eskişehir’in içinden nehir geçen Avrupa kentlerini andıran bir havası var. Bu tekne gezileri de bu havayı güçlendiriyor. 15 dakikalık tur için kişi başı 10 TL ödedik. Daha romantik ve estetik bir gezi terci ederseniz 4 kişilik gondolları da tercih edebilirsiniz. Gezi keyifliydi, tanıdık tanımadık herkes birbirinin fotoğrafını çekti. O sırada gezi bitti. 🙂
Porsuk Çayı’nın kenarındaki yeşil alanlara giriş yasak gördüğüm kadarı ile. Yasak olmasa durum ne olurdu bilmiyorum ama insan istiyor ki örtüsü, sandalyesini alan yeşilliklere serilsin, kimseyi rahatsız etmeden yesin içsin, sonra da çöpünü toplayıp gitsin.
İstanbul’a döndüğümüzde Eskişehir’in havasını biraz daha uzatmak ve ikram etmek üzere Met helvası ve Talkan kurabiyesi aldıktan sonra rotayı otele çevirdik. Artık Eskişehir’e veda etme vakti gelmişti. Çantalarımızı sırtlanıp Gar’a doğru giderken uzakta şehrin yeni bölümünü, lüks otelleri, alışveriş merkezi tabelalarını gördük ama onlar zaten her yerde var. Üniversite bölgesini de gezme fırsatını ise bulamadık. Belki başka sefere…
Biz Eskişehir’i pek sevdik, tavsiye ederiz.
Anadoludevrim arabasıEskişehirEtihızlı trenmet helvasıOdunpazarıTatar
Yorum yapmak ister misin?