Mutfak penceresi
Kapı iki kere tıkladı. Aceleci parmak vuruşlarıyla. Kısa bir an zilin neden çalmadığını düşündü kapıya doğru yürürken… Kapıyı açtığında, kimseyi göremedi, saniyelik bir bakışla sağa sola baktı, yanlış mı duymuştu acaba? Tam içeri girecekken, aynı sesi tekrar duydu… Kafası karışmıştı, zaten kapıda olduğuna göre ses kapıdan gelmiyordu demek ki… İçeri girdi. Evde aynı sesi aradı. Tık tık… Aklında yeniden canlandırıyordu, bu ses başka neye ait olabilirdi? Evi dinleye dinleye şöyle bir gezdikten sonra sesin kendi evine ait olmadığı sonucuna vardı ve pencere önündeki koltuğuna geçerek, kahvesinden irice bir yudum aldı. Kahveyi ağzının içinde dolaştırdıktan sonra, sesli bir şekilde yutarak sabah keyfini tamamladı. Burnundan bıraktığı nefesi, içinin de buram buram kahve koktuğu konusunda ikna olmasını sağladı. Fincanını her zamanki gibi mutfak lavabosunun içine koydu. Aslında bulaşık makinesine de koyabilirdi, iki saniyesini bile almazdı ama bulaşıkları makineye koymanın bir vakti zamanı vardı. Tüm gün yiyip içtiği her şeyin kirlisini biriktirerek, akşam olduğunda mutfak penceresinin önünde oyalanacak bir şeylerinin olması iyiydi. Çünkü akşam saatleri, onu görebileceği, ona kaçamak bakışlar atabileceği tek zaman dilimiydi. O karşı pencerede kendine yemek hazırlarken ona bakmak. Henüz hiç göz göze gelememişlerdi ama bunu önemsemiyordu. Şimdilik.
Kadıköy’deki bu eski apartman dairesini, tüm harap haline rağmen bu sebeple tutmuştu. Hatta tutmak da değil, adeta eve tutulmuştu. Apartman boşluğuna bakan mutfak pencereleri… Evet mutfak çok küçüktü, sadece bir göz atışın yeteceği kadardı ama olsun onu bu kadar yakından görmek için harika bir fırsattı.
Saatine baktı, çıkmalıydı.
Bugün ne giysem kaygıları ile vedalaşalı çok olmuştu. Bir kot pantolon, bir kazak, çok sevdiği bağcıklı siyah botları ve tüm bu sadelikle çelişen mor ötesi bir manto. Amacı dikkat çekmek olmasa da mor mantosu Kadıköy sokaklarında daima fark ediliyordu. Daha apartmandan çıkarken üzerinden kaymak üzere olan bir iki bakışın aniden tekrar ona döndüğünü fark edip için için güldü.
İçinde hafif bir huzursuzluk, hızlı hızlı yürümeye başladı. Bu eve taşındığından beri yaşadığı bir şeydi bu. Evden çıkınca bir an evvel geri dönme arzusundan gelen bir huzursuzluk… Oysa hava ne güzeldi, kış sonunun tatlı sürprizlerinden birini yaşatıyordu insana. Az kaldı, sık dişini, artık her gün güneşli olacak diyen bir müjdeci gibiydi… Bir an durdu yolun ortasında, gözlerini kapatıp yüzünü göğe çevirdi ve derin bir nefes aldı. Sonra da hapşırdı. Güne, havaya, güneşe şükretmek üzereyken bu beklemediği bir refleksti. Ama şakacı bir tarafı da vardı, gülümsemesine yetmişti. Mor mantosunun cebinde her daim hazır olan kağıt mendili ile burnunu silip az öncesinden bir miktar daha rahatlamış şekilde yürümeye devam etti. Adımlarını biraz hızlandırsa iyi olacaktı, her yere en erken ben giderim derken bugün ne olduysa neredeyse geciken ve masadakilerden özür dilemesi gereken o olacaktı.
Mor Salkımlı Bahçe
Mor Salkımlı Bahçe. Burada buluşmayı o önermişti. Dışardan uyduruk bir Kadıköy kafesi gibi görünürdü ama içerdeki kargacık burgacık masaların arasından süzülüp, o dar koridor hafifçe kıvrılarak geçildiğinde insanı şaşırtacak derecede rengarenk çiçeklerin olduğu bahçe görünürdü. Uzayan apartmanlarla çevrelenmiş bu küçücük bahçe ona çok iyi geliyordu. Tıpkı filmlerdeki gizli geçitler gibiydi. Sanki aynısının devamı bir yere çıkacakmış gibi görünen ufak delikten girip başka bir dünyaya varılıyordu. Bahçeye çıktığında arkadaşlarını her zaman oturdukları masada kaynatırken gördü. Neşeyle yanlarına doğru yürüdü. Onu ilk gören Selim’in her zamanki gibi ışıl ışıl parlayan gözleriydi. Selim’in “Arzu, hoş geldin bebeğim,” demesiyle bir anda tüm bahçeyi kaplayan gürültülerine aldırmadan, her türlü öpme, sarılma ve birbirlerine takılma ritüellerini yerine getirdiler. Onların neşesi bütün bahçeye dağılmış, tek başına gazetesini okuyan en arka masadaki adamın bile bir anlığına gazeteyi kapamasına sebep olmuştu. Arzu gözlerine inanamadı. Bu, oydu.
“Aman tanrım! Aman tanrım!” Elleriyle yüzünü kapatmış, kendini masanın altına doğru kaydırmıştı. Sena şaşkınlıkla etrafa baktı,
“Ne oluyor kızım ya?” O da usulca kendini masanın altına kaydırdı. Selim ikisini de anlayamıyordu ama gayriihtiyari o da saklanma ihtiyacı hissetmişti. Arzu Sena’nın ayağına sert bir tekme attı,
“Ya delirdin mi, sen niye saklarnıyorsun, çıksana yukarı!”
“Ne vuruyorsun ya, kızım korktuk herhalde… Kimden saklanıyoruz biz?” İyiden iyiye sandalyeden kayan bedenlerini bir yandan gererek dengede tutmaya çalışırken, bir yandan da fısıldayarak konuşuyorlardı, “Siz saklanmıyorsunuz, ben saklanıyorum”
Selim çoktan sıkılmıştı bile, “Ben daha fazla saklanamayacağım. Çıkıp, gerçeklerle yüzleşmeyi seçiyorum. Pardon, niyet ediyorum.”
“Ben zaten her zaman gerçek severim. Ben de saklanmıyorum.”
“Tamam Selim, sen şimdi Sena’ya iyice yaklaş ki ben de yerimden çıkayım.”
“Arzucuğum. Neler olduğunu hemen şu saniye anlatmazsan, derhal ayağa kalkıyorum ve kimden saklanıyor bu kız diye bağırıyorum. Okey?”
Arzu yüzüyle Selim’in abartılı bir taklidini yaparak “Hemen anlatıyorum Selimciğim. Ne biçim bir arkadaşsın sen ya? Tamam anlatacağım ama Sena az biraz yana çekil de göreyim. Ay yok o kadar değil, az kapa. Az sağa, biraz öne gel, Selim sen de elini bacağına yasla.”
“Tövbe estağfurullah” diye söylenerek, Arzu’nun komutlarını yerine getirmeye çalıştılar. Ama Selim elini kendi bacağı yerine Sena’nın bacağına yaslamıştı.
“Ya oğlum sen nasıl bir sapıksın. Fırsattan istifade oramı buramı mı elliyorsun sen benim?”
“Benim senin herhangi bir yerinle bir işim olabilir mi acaba Sena, bir baksana sen şu çocuğun güzelliğine…”
“Ay güzelmiş. Hiç güzel görmedik biz tabii.”
“Şşşş,” diye çıkıştı Arzu, “Sizin yüzünüzden çok dikkat çekiyoruz” dedi, fısıldayarak. “Bu, o.” O kadar sessiz söylemişti ki, ikisi de ne demek istediğini anlayamadılar. “Bu o, diyorum, o…”
“Hangi o? Kim o?”
“Okimo gihan o”
“Selim ne saçmalıyorsun?”
“Kızlar yemin ediyorum, lanet olsun ki kalktım geldim. Lanet olsun. Bir de sizinle sabah kahvesi içeceğim diye canım cillop kız Maklube’yi yatakta öyle kaymaklar gibi bırakıp geldim. Yuh bana, yuh bana!”
“Ayyyy… Canım cillop kaymakmış. Bir kere canım cillop kaymak bir kızın ismi Maklube olamaz, olsa olsa Aleyna olur, Merve olur, Pelin olur.”
“Senaları da sen mi temsil ediyorsun o zaman? Çok yazık!”
“Ay gerçekten nefret ettim. İkinizden de nefret ettim… Arkadaşınız hayatının en büyük aşkıyla bir kafede karşılaşıyor ama sizin konuştuğunuz şeylere bak.” Yüzünde ikisinden de tiksindiğini ifade eden yapmacık ama tatlı bir ifade vardı, “Püh size!”
“Selim inanmıyorum, adam buradaymış.”
Az önce onu sokakta görenler şimdiki halini görseler ne kadar da şaşırırlardı. Medusa gibi siyah ve kıvırcık saçları, rahat giyimi, gökyüzü ile gizli konuşması onu tam bir entelektüel gibi gösteriyordu. İçinde, hoşlandığı erkeği gördü diye kafede masanın altına saklanacak çok ama çok heyecanlı bir genç kızın yaşadığını kimse kolay kolay tahmin edemezdi. Arzu’nun bir sanat yönetmeni ile yeni açılacak sergisinin detaylarını konuşmaya gittiğini düşünmeleri oysa hiç de şaşırtıcı olmazdı. Belki de yeni kitabının son rötuşları için editörü ile buluşacaktı. Ve belki editör oydu da ünlü bir yazar ile gizli bir bahçede kahve içip fikir alışverişi yapacaklardı. Oysa her zamanki gibi gerçekler görünenlerden farklıydı. Arzu, o güne kadar ne biriktirip geldiyse gelsin şu an liseli bir genç kızdı.
En uygun pozisyon belirlenip herkes soluklandığı anda Mor Salkımlı Bahçe’nin demirbaşı Emin başlarında bitiverdi.
“Arzu abla hoş geldin, ne içersin?”
Emin’i severdi. Gözünün önünde büyümüştü çocuk. Bundan beş yıl kadar önce bu bahçeyi keşfettiklerinde çocuktu daha. Kül tablalarını döker, masaları siler, utangaç, kaçamak bakışlar atardı müşterilere. Sonra işin tüm detaylarını öğrenmiş, müşterilerle ilişkisini güçlendirmiş, neredeyse Mor Salkımlı Bahçe’nin halkla ilişkiler müdürü olmuştu. Muhtemelen hesabına hala garson maaşı yatıyordu ama birçok insan buraya Emin’in dost kontenjanından ağırlanacağını bildiği için geliyordu. Emin müşterilerin kendilerini bir anlamda mekâna ortak hissetmesini sağlayan bir demirbaştı ve onu başından savmak olmazdı. Hatta bir ihtimal, bugüne kadar burada defalarca yaptıkları sohbetlere kulak misafiri olmuştu ve meseleyi biliyor bile olabilirdi. Efendi çocuktu, yüzlemezdi ama şu yüzündeki ifade…. Dudağının kenarındaki o hafif kıvrım… Yok artık! Emin bile anlamış mıydı heyecanının nedenini…
Hiç bozuntuya vermeden hızlı hızlı hal hatır sorup bir Türk kahvesi söyledi Arzu. Bakışları tekrar arkadaşlarına döndüğünde sabırsızca bekleyen iki çift gözle karşılaştı. Doğrusu bu ya, en yakın arkadaşlarına bile onu göstermemiş, bunca zamandır mutfak camından bile bakmalarına izin vermemiş, hatta bir gün Selim’in gizlice mutfağa süzüldüğünü fark edip kapıyı kilitlemişti. Gün boyu mutfağa sadece kendisi, cebinde sakladığı anahtarı kullanarak girip çıkmış, arkadaşları onun bu işi gerçekten bir saplantı geliştirdiğini düşünmeye başlamışlardı. Ama her sırrın bir ortaya çıkış zamanı vardı ve Arzu’nun gizemli aşkı da şu an bir gazetenin arkasında olsa da ortaya çıkmıştı. Evren onlardan yanaydı, artık biraz daha detay öğrenmeyi hak etmişlerdi.
Orada
Arkadaşları meraktan kıvranıyor olsalar da biraz daha bekleyeceklerdi. Arzu hiçbir zaman kahve içerken konuşmazdı. “Zaten minicik fincanda geliyor, tam yedi dakikada bitiriyorum. Yedi dakika.” Onun bu özelliğini bilmeyenler şaşırırlardı ama Sena ve Selim için sürpriz olmamıştı elbette. Yine de Selim bir kerecik olsun bu kuralı delmekte kararlıydı. “Arzucuğum” dedi, başını hafifçe eğip, “abartmayalım istersen, hayatımızın en mühim anındayız değil mi? Kahve gelene kadar başla, sen kahveni içerken biz de adamı keseriz yandan yandan.”
Dilini damağından abartılı bir şekilde çekerek “Cık,” dedi, “onu gizlice izleme işi benim.”
Sena bu fikri beğenmemişti. Aylardır hayatlarında olan bu gizemli adamı görmek onların da hakkıydı ama diğer yandan dikkat çekmek de istemezlerdi. Bu nedenle çantasından çıkardığı dergiyi masanın üzerine çıkararak, abartılı bir şekilde konuşmaya başladı. “Aaaa,” dedi… “Selim ve Maklube’nin düğününde ne giyeceğimi buldum… Bakın şurada…” Teatral bir şekilde yerinden kalkarak sandalyesini Arzu’nun yanına çekti “Bak, kırk sekizinci sayfa.” Bunu söylerken dudaklarını kıvırıp dişlerinin arasına sokuşturmak zorunda kalmıştı çünkü gülmemek için kendini zor tutuyordu. Selim fal taşı gibi açılmış gözleriyle ona bir karşılık vermek istemişti ama oyunu da bozamazdı, “Ah canım Sena, karnın burnundayken kim bilir nasıl yakışacak o elbise sana… Keşke babası da görebilseydi öyle seni,” dedi ve o da sandalyesini çekerek Arzu’ya güzelce yanaştı. “Çok güzel oldu,” dedi Arzu, “böyle sebilhane bardağı gibi dizilerek, gizli aşkıma karşı ne kadar zekasız bir görüntü verdiğim hiç kimsenin umurunda değil tabii.”
Onlar böyle biraz eğlenip biraz didişirken, Emin kahveyi getirmişti bile ama onların bu halini görünce takılmadan edemedi,
“Arzu Abla nabiyonuz siz ya…” Gevrek bir gülümsemeyle tamamladı sözünü. Tam o esnada gizemli adam gazetesinin sayfasını değiştirmek üzere her iki kanadı kısa bir an bir araya getirip, sonraki sayfayı açtı. Ancak büyük bir problem vardı çünkü Arzular da gazeteyle birlikte şöyle bir salınmış, o kısacık anda gizemli adamı görmek için bir çaba göstermişlerdi. Onların bu tuhaf halleri Emin’in gözünden kaçmamıştı, o da ister istemez onların baktığı yöne doğru döndü.
“Ammmaann. Ay ben anladım.” Bu defa o da çaktırmadan masaya doğru eğilerek, fısıldadı “Bizim Profesör bu. Adem Adler.” Tam gidecekken masaya sanki geri dönüyormuş gibi eğilmesi ve bunları söylemesi sadece birkaç saniyesini almıştı. “O iş bende abla,” dedi göz kırparak ve hızlı, kıvrak adımlarla masadan uzaklaştı. Bunu duydukları an üçü de cep telefonlarına uzandılar.
“Arzu Adler.” Arzu aklından ilk bunu geçirmişti, bir refleks. Kırk yaşındaydı ama aşık olduğu adamın soy isminin kendine yakışıp yakışmadığına bakmak, adettendi.
O anda bir şey daha olmuştu ama Arzu bunu belli belirsiz hissetmiş ve üzerine düşünmeyi hemen ertelemişti. Derinlerde bir yerde bir çağrışım, bir gün ışığı hatırası, bir heyecan… Ama bunların hangi zamana, hangi güne hatta kendine mi ait olduğunu bilmediğinden saniyesinde unuttu gitti. O sırada masada coşku artmaya başlamıştı. Sena ve Selim Google’a yazdıkları ismin getirdiği sonuçlara ilginç nidalarla karşılık veriyor, birbirlerini dürtüp gülüşüyor, arada da Arzu’ya kaçamak bakışlar atıyorlardı. Sena bir an Arzu’nun yüzündeki ifadeyi görünce ciddileşti ve sordu:
“Kuzum hayırdır, ne bu ciddiyet? Gizemli komşunun şifreleri çözülüyor, daha ne istiyorsun?”
Aslında mesele tam da buydu. O gizemli komşu onundu. En baştan hiç kimseye anlatmamalıydı işte. Çocukken en sevdiği çizgi filmi kimse izlemesin, genç kızken en beğendiği kitabı kimse okumasın, en hislendiği filmi kimse seyretmesin isterdi Arzu. Bunu kötü bir niyetle yapmazdı, sadece kimsenin tüm bu şeylerin değerini kendisi kadar bilemeyeceğini, hakkını veremeyeceğini, idrak edemeyeceğini düşünürdü. Bu biraz kibirli bir tavır gibi görünse de o aslında kimseyi küçümsemez sadece kendi derin hislerinin içinde kaybolmuş olurdu. Şimdi de aynı şey olmuştu. Onun keşfettiği, takip ettiği, gözlediği, uzaktan hayran olduğu adam deşifre olmuş, dost bile olsalar şu durumda üçüncü kişi olanların hayatına da girmişti. Hatta Emin’in de hayatındaydı… Bizim profesörmüş! Nereden onların oluyordu? Şu an tek yapmak istediği eve gidip bilgisayarın başına geçmek ve tıpkı bir polisiye filmindeki kadın komiseri gibi uzun uzun profesörü araştırmak istiyordu. Hayat neden bugün burada karşılarına çıkarmıştı ki onu… Bir an onunla ilgili ilk bilgileri başkalarından duymak istemediğine karar verdi ve aniden ayağa kalktı.
“Çocuklar beni affedin, çok önemli bir şey unuttum. Haberleşiriz” diyerek uzaklaşırken Selim ve Sena hayretler içinde arkasından bakakalmışlardı.
Arzu, hayatına ilk defa, arkadaşlarını kucaklamadan, ondan hiç beklenmeyecek bir tavırla bulundukları mekândan ayrılıyordu. Geride kalanlar göz göze geldiklerinde ikisinin de aklından aynı şey geçti: Arzu bu işi takıntı mı yapmıştı acaba?
Kimsin sen?
Adem Adler.
Büyük bir dikkatle yazdı ismi arama kutucuğuna. Dökülen sonuçlar hayret edilecek derecede çoktu. Bu adam bu kadar ünlüyse ben nasıl tanımıyorum diye düşündü. Hoş bunda şaşılacak bir şey yoktu. Televizyon izlemiyor, sosyal medyada sadece ilgisini çeken konuları takip ediyor ve Sena ve Selim dışında pek kimseyle de özel bir yakınlık kurmuyordu. “Vauv,” dedi kendi kendine “bu kadar mı kısıtlı bir hayatım var?” Kendi kendine de olsa zevzeklik etmeyi severdi ama bu kez durum o kadar sıra dışıydı ki kendini de susturdu. Adem Adler gerçekten profesördü oysa Emin bunu söylediğinde sadece lakap olduğunu sanmıştı. Sonuçta adam çok gençti ve yakışıklıydı ve karizmatikti ve seksiydi. “Aman neler düşünüyorum ben,” diye geçirdi içinden, “ama böyle de profesör olunur mu be!” dedi. Kulağını çekip, masaya tıklattı… “Maşallah, maşallah.”
Kendi kendine konuşmak konusunda artık iyice uzmanlaşmıştı. İlk zamanlar kendini kendi kendine konuşurken yakaladığında hemen bozardı bu hali. Zamanla, mecburiyetten olsa gerek bu durum onun için oldukça doğallaştı. Kendi ve kendi olarak yaşamak, kendiyle birlikte kendi için kararlar vermek ki bu pizza mı söylesem yoksa menemen mi yapsam bile olabiliyordu, epey eğlenceli bir hal olmaya başlamıştı. Nasıl olmasın ki, insan kendini beğenemiyorsa, pişmanlık duyabiliyorsa, eksik yanlarını tamamlamak, sivri uçlarını törpülemek üzere bir şeyler yapabiliyorsa demek ki ortada birkaç kendi vardı. Ben ve beğendiğim ben, ben ve beğenmediğim ben. Taptığım ben ve yüzüne tükürmek istediğim ben. Her yere saçılmış, her şeyin altından çıkan bir ben ve tüm bu benleri yönetmeye çalışan bir başka ben. “Ay ne saçmalıyorum acaba. Yeni çağ gurusu da mı oldum ben? Tamam şimdi yeniden başlıyoruz. Bekle hemen geliyorum.”
Şu an yapması gereken tek şey Adem Adler hakkında öğrenebileceği her şeyi öğrenmekti. Sabah içemediği kahvesini şimdi içecekti. Mutfağa gitti. Karşı pencereye bakmak bu defa daha ilginç bir duygu uyandırmıştı. Sanki artık tanışıyorlarmış gibi hissetmesine sebep olan saçma bir his. Ama histi sonuçta, vardı ve oradaydı. Hisleri insanın kendi elinde, kendi yönetiminde olsa ne tuhaf olurdu. Oysa onlar tıpkı karaciğer ya da böbrek gibi kendi kendine çalışan, kendi metabolizması olan ve bir şeyler farklılaşmadıkça, varlığının hiç farkında olmadığımız şeylerdi. Kahvesini fincana döküp doğruca bilgisayarın başına geçti.
Adem Adler onunla aynı yaştaydı ve felsefe profesörüydü. “Allah allah,” dedi, “bu ülke ne zamandır felsefeyle ilgilenmiş ki ünlü bir felsefe profesörü olsun? Neyse, devam edelim.”
Açılan sayfalardan anlaşılan adamın bir vakitler ünlü şarkıcı Derya Deniz’le büyük bir aşk yaşadığıydı. Buna inanamadı. Derya Deniz gerçek bir pop stardı. Hatta söylediği bir şarkı Arzu için o kadar önemliydi ki boynuna şarkının dövmesini bile yaptırmıştı: “Sen akışı derelerin, ben delisi oraların.” Bu duruma fena halde canı sıkıldı. Bu ne berbat bir tesadüftü şimdi. İçinde incecik bir rüzgâr esiyor gibiydi. Yine de arama sonuçlarında ilerlemeye devam etti.
Adem Adler ve Derya Deniz, ünlü bir gazeteciye röportaj vermişti. Derya Deniz tamı tamına şunu demişti, “Deli, evet insanlar çok sevdiler o şarkıyı. Açıkçası bendeki yeri de çok başkadır. Ben o şarkıyı aslında uzun yıllar içinde tamamladım ama son cümlesini bir türlü bulamamıştım. Ne yazsam, söylesem bir türlü söylemek istediğim şeyi ifade edemiyordu. Sonra bir gece bir arkadaşımın doğum gününde Adem’i gördüm ama işte sadece uzaktan uzağa onu izledim, tanışamadık. Gece bitip eve döndüğümde Adem’i bir daha ne zaman ve nasıl göreceğimi düşünüp epey üzülmüştüm. Hakkında bildiğim tek şey ismiydi. Sonra sosyal medyada onun hesabını bulup karıştırmaya başladım… Gizli gizli bakarken yanlışlıkla like atmışım. Panikle ne yapacağımı düşünürken bana mesaj attı… “Ne bakıyorsun?” yazmıştı. O an bana da bir çocukluk geldi “Ne yapalım, su akar deli bakar” diye yazdım… Tam o anda şarkımın da kaldığı yerin bu sözler olduğunu hatırladım. Hemen telefonu bırakıp defterimin başına geçtim ve “Su akar deli bakar ya hani, sen akışı derelerin, ben delisi oraların” diye yazdım. Şarkının hikayesi bu yani. Adem sayesinde tamamlandı bu şarkı. Hoş, Adem’in varlığıyla hayatımdaki pek çok şey tamamlandı ya…”
Arzu kıskançlıktan delirmek üzereydi. Kalbi delice çarpıyor, kalbinin ritmi kulaklarında bile kendini hissettiriyordu.
Bir yandan da hayal kırıklığı yaşıyordu. Gizemli komşusu, üstelik artık felsefe profesörü olduğunu öğrendiği adamın ünlüler dünyası ve sosyal medya mesajlaşmaları ile ne işi olurdu? “Erkek değil mi işte?” diye otomatik olarak yargılarken buldu kendini. Kaç kere söz vermişti, dünyanın bilinçaltına kazınmış şu ayrıştırıcı söylemleri bünyesinden temizleyeceğine dair. Ama yok, olmuyordu. Koskoca profesörün sahnede fıkır fıkır dans eden, kalça kıvıran bir kadınla ne işi olurdu? Tamam Derya Deniz’in kendi yazdığı şarkı sözleri çok derindi, insanın avaz avaz söyleyesi, duvarlara yazası gelirdi ama popçuydu neticede. “Hah, bak yine yaptın! Bu sefer de popçuları yerin dibine batırdın. Ne için? Kim olduğunu henüz bilmediğin bir profesörü göklere çıkarabilmek için.” Yüzüne tükürmek isteyen Arzu iş başındaydı şimdi. Onu yatıştırmak için dönüp bir de kendine vurdu: “Biz kadınlar böyleyiz işte, bir erkeği göklere çıkarmak için hemcinslerimizi yerin dibine sokmaktan hiç çekinmeyiz. Yuh olsun Arzu sana!”
Bu içsel kavga bir an için sessizliğe kavuşunca arkasına yaslandı ve bu adama ne zamandır hayran olduğunu ve onu bu saçma hale getiren olaylar zincirinin nasıl başladığını düşünmeye başladı. Bir yılı bile bulmayan geçmişi düşünürken göğsünün ortasında bir his ona yine bir şey hatırlatmaya çalışıyordu. Adamın peşine düştüğü günlerden beri var olan ama Arzu’nun anlamlandırmak için kendine henüz izin vermediği o his. Bir kez daha onu görmezden geldi ve bilincinin hatırlayabildiği anılardan başladı kronolojiye, yani onu ilk gördüğünü andan…
Günlerce sokak sokak ev aradıktan ve birbirinden köhne ve pahalı onlarca evden hayal kırıklığı ile ayrıldıktan sonra pes etmek üzere olduğu günlerdi. O sıralar oturduğu evin sahibine “İstediğiniz kira artışını kabul ediyorum” demek çok daha karlı bir seçenek gibi görünüyordu artık. Kadıköy’ün ara sokaklarından sahile doğru yürürken yol seviyesinin altında kalan, minicik bir emlakçı dükkânı görmüştü. Beyaz saçlı bir adam zar zor eğilerek kapısının önündeki mama kabını dolduruyor, o sırada ayaklarına dolanan kedilere de “Yahu durun, düşüreceksiniz ihtiyarı! Ne zaman aç bıraktık da bu kadar telaşlanıyorsunuz?” diye tatlı tatlı sitem ediyordu. Bilinçli şekilde düşünmesine bile fırsat kalmadan üç merdivenle dükkânın önüne indi ve “Merhaba… Kolay gelsin… Bu civarda kiralık ev bakıyorum. Sizin elinizde bir şeyler var mı?” diye soruverdi. Bu ani girişle irkilen ihtiyar ağır ağır doğrulup gözlüklerini düzeltti, Arzu’yu şöyle bir inceledi. Arzu tam da “Eyvah, bekar mısın diye soracak, ihtiyar emlakçıya gidersen olacağı bu” diye düşünüyordu ki gülümsedi ve “Gel kızım, gel içeri de bakalım” dedi. Birlikte kutu gibi görünen dükkâna girdiler. İçerisi mis gibi kolonya ve taze çay kokuyordu. Emlakçı bir paravanın arkasına gizlenmiş lavaboda ellerini ağır ağır yıkadı. Sonra aynı yerden bardak sesleri geldi. Elinde iki bardak tavşan kanı çayla paravanın arkasından çıkıverdi. Hokus pokus! Az önce tüm umutlarını yitirmiş olan Arzu, o an hayalindeki gibi bir ev bulacağına dair yoğun bir inanç hissetti.
Piyasa karışıktı, Kadıköy çok popülerdi, kentsel dönüşüm yoğunluğu ev sahiplerinin kiralık evlere akın etmesine neden olmuş, fiyatlar fırlamıştı. Arzu bunların hepsini zaten defalarca dinlemişti ama adının Ömer olduğunu öğrendiği emlakçı amcanın lafını kesecek değildi. Bir cumartesi öğleden sonrasını ihtiyar bir emlakçının dükkanında geçirip de bu kadar iyi hissedeceği aklına gelmezdi. Burada bir yuva hissi vardı. Klasik koltuklar, köşedeki kocaman yapraklı bitkiler, radyodan usul usul gelen Türk sanat müziği, sıcak çay… Üstelik elinde birkaç ev seçeneği de vardı. Ömer amca oraların eskisi olduğu için, büyük emlak firmalarına gitmeyi kesinlikle reddeden müşterileri vardı. Onlardan ikisinin evi şu an yeni sahiplerini bekliyordu. Ev sahipleri kiracıyı kabul edip etmeyeceklerine Ömer amcanın yönlendirmesine göre karar veriyorlardı. Ömer amcanın fikri de belli ki bu çay seremonisi sırasında oluşuyordu. Bugüne kadar bir gün bile kirasını geciktirmemiş olan Arzu’nun içi bu konuda rahattı. Karşısındaki adam onu nasıl olsa okuyacak ve bir ev beğenirse onay verecekti.
İkinci çaylar da içilip sohbetin sonuna gelindiğinde Ömer amca duvarda asılı anahtarlardan ikisini aldı ve birbirine yakın iki evi de görmek için yola çıktılar. İlk ev emlakçının dükkanından çıkıp sola dönünce soldan beşinci binaydı. İkinci eve ise gitmelerine bile gerek kalmayacaktı. Arzu ilk evde aradığını bulacak, evin bir iki tesisat sorunu, asansörsüz oluşu ve ev sahibinin talep ettiği bir miktar yüksek depozitoyu duymazdan gelecekti.
Sardunya
Belki de insan hiçbir şeyi seçmiyordu, seçemiyordu… Belki de insan sadece bir gerçekliği yaratmanın aracıydı. Her şeyin bizim içinmiş gibi göründüğü ama aslında bizim diğer her şey için hareket halinde olduğumuz bir kurmacaydı hayat. Diyelim ki böyle, normal şartlarda yüzüne bile bakmayacağı bu eve taşınıp Adem Adler’e aşık olmasının kime ne faydası olabilir ki? Eğer dedikleri gibi tanrı insan kılığında geziyorsa, Ömer Amca kesinlikle tanrının ta kendisi olabilirdi. O çayı ikram etmese, dükkân öyle kokmasa ve Ömer Amca en ihtiyaç duyduğu o anda, ona öyle şefkatle bakmasa belki de bu eve bakmaya hiç gelmeyebilirdi bile. Sonra bir adım daha öncesine gitti. Bu hikâyenin tanrısını bulacaktı. Sonra bu araştırmadan vazgeçti. İnsanı bir duruma taşıyan gerçekliklerin peşine düşmenin milyarlarca seçeneğin ve kombinasyonun ardını aramayı gerektirdiğini çok geçmeden fark etti. Bunu yapmak çılgınlıktı. Vazgeçti. Varsın dedi hikâye böylece başlasın… Peki, sesini bile duymadığı bir adamı, her akşam sadece birkaç dakikalığına görmek için mi olmuştu tüm bunlar? Belki de öyleydi ama yine de içinde bir yerlerde bugün hiç tanımadığı bir adamı araştırmasının çok yazgısal bir sebebi olduğunu hissediyordu. Boynundaki dövmeyi eliyle okşadı. Bunun bir anlamı olmalıydı.
Aradan geçen birkaç gün boyunca Adem Adler hakkında öğrenebileceği her şeyi öğrenmişti. Bir yandan da kendi adını arattı arama motorundan. Biri kendini arasa neler bulurdu acaba? Ve bu biri Adem Adler olsa, o nereleri bilsin isterdi. Bu fikir hoşuna gitmişti. Arzu bugüne dek ne sosyal medyaya önem vermişti ne de blog sitelerine. İlk zamanlar esen rüzgâra kapılmış o da birkaç sardunya, üç beş kedi ve gün batımı fotoğrafı paylaşmıştı. Çok geçmeden bunun saçma olduğunu düşünmüştü. Selim ve Sena’daki Allah vergisi yaşama sevinci onda yoktu. Pek çoğunu nerden tanıdığını bile hatırlamadığı insanlara gördüklerini göstermek saçma gelmişti. Bu yüzden şimdi hakkında öğrenilecek bir şey arayan biri için gün batımı meraklısı, sardunya sever bir kedici biri gibi görünüyordu. Üstelik hiçbir iz bırakmamıştı. Ne kimsenin iletisini beğenmiş ne de bir yorum yazmıştı. Gelinen noktada herkes için sarı çizmeli Mehmet ağaydı. Oysa yaptığı iş sebebiyle epey takipçisi vardı. Aklına bir filmde izlediği sahne geldi, şöyle diyordu dedektif, “Eskiden cinayetlerde bizi en çok zorlayan şey maktulün sosyal çevresi olurdu. İnsanın kiminle ne yaşadığının izini sürmek imkansızdı ama artık Facebook sayesinde bu sorun da çözüldü.”
Bunun üzerine o da birinin kendini internette arayacağı o güne hazırlanmaya karar verdi. O biri elbette Adem Adler olacaktı.
Öncelikle var olan hesaplarını güncelledi. Arzu Sayan. Dalış Hocası. Kendiyle ilk defa tanışıyor gibiydi. Bu tıpkı insanın kendi envarterini çıkarmasına benziyordu. Ben kimim sorusundan daha önemli bir başka soruyu keşfetti çok geçmeden… “Ben Arzu Sayan Nasılım?” Bu soru aklına gelince kısa tanıtım yazısına şöyle yazmaya karar verdi, “Beni bir sardunya büyüttü belki…” [1] Bu işten zevk almaya başlamıştı. “Düşünsün dursun bakalım,” dedi içinden, “bu kız da neymiş ki acaba?” diye, elini havada sallayarak “Heeey Adem Adler, şimdi sen düşün,” dedi sesli bir şekilde, eğlenmeye başlamış, keyfi yerine gelmişti. Bilgisayarındaki fotoğrafları taradı. Sevdiği kitapları düşündü, hatıra olarak sakladığı ne varsa ortaya döktü. İçinde neler yoktu ki!
Fotoğraf
Her şey ortaya dökülünce insan geçmişten getirdiği birikimlerin, geçmiş deneyimlerin ve yediği kazıkların hayatına kattığı bilgeliği fark ediyor, uzun zamandır üstü tozlanmış olan o özgün halini hatırlıyordu. Ne güzeldi bu his! Arada yapmak lazımdı. Sosyal medyalarda boy boy fotoğraflarla duyurmuş olmasa da o da hayata geldiği günden itibaren hem kendi hem de çevresi için değer yaratmış biriydi. Bilen biliyordu, bilmeyen bilmese de olurdu… Bugüne kadar… Artık olmazdı. Adem Adler’in olası stalk eylemi için hazırlanırken belki de uzun zamandır yapması gerekeni yapacak, aşırı alçakgönüllü halinden çıkıp “Ben de varım” diyecekti.
Hangi fotoğrafı yüklemekle başlasaydı acaba işe? Finale kalanlar arasından bir tanesine uzun uzun baktı. Bir mayıs günü Datça’da, bir dalış teknesinin burnunda, takımlarını çıkarmaya hazırlanırken çekilmişti. Erken başlayan dalışa doyamamış, süreyi biraz uzatıp teknedekileri meraklandırmış, güneş iyice tepeye çıkmıştı. Deniz gözlüğünün izi hala yüzünde duruyor ama gözlerindeki ışıltı, boynuna kadar uzanan siyah takımın boğuculuğunu ve yüzündeki izin tuhaflığını örtüyordu. Aradan neredeyse dört yıl geçmiş olsa da Arzu o ışıltının nedenini dün gibi hatırlıyordu. O sabah kendisi gibi dalış hocası olan arkadaşları önceden sözleştikleri gibi buluşmuş, boş bıraktıkları bugünü yakın zaman önce keşfettikleri ama henüz kimseye pek bahsetmedikleri bir mağaraya dalmak için kullanmaya karar vermişlerdi. Aslında Arzu hazır bir gün boşaltmışken evde dinlenmeyi tercih ederdi ama kıramamış, dalış sözü vermişti. Açıkçası Arzu bu koylarda artık keşfedilmemiş bir mağara kaldığına da inanmıyordu. Sabah altı gibi buluşmuş, malzemeleri hızlıca kontrol etmiş, sessizce limandan ayrılmışlardı. Arzu o gün bir turist olmaya karar vermiş, teknenin burnuna oturup yol boyu güneşlenmiş, hiçbir şey düşünmemeye çalışmıştı. Oysa o günler onun için oldukça zorluydu. Bir yaz önce dalışta tanıştığı Hollandalı Andreas ile birkaç kez karşılıklı seyahat ve çokça telefon üzerinden süren ilişkilerinin bittiğini öğrenmişti. Evet, durum kendisine tebliğ edilmişti. Mart sonu sezon hazırlıklarını yapmak için İstanbul’dan Datça’ya gitmiş, yıllar önce artık hayatta olmayan dedesinin desteği ile komik bir rakama aldığı kutu gibi evini havalandırmış, temizlemiş, o evin duvarlarında yankılanacak neşeli kahkahalarını hayal etmişti. Hatta bir adım daha ileri gidip, Andreas onunla Hollanda’ya gitmesini isterse orada ne iş yapabileceğini öğrenmek için internette epey gezinmişti. Kendisi mi çok saftı, Andreas mı hain? Cevabını hala bulamadığı bir bilmece… Artık nisan ortası olmuş, dalış meraklıları yavaş yavaş Akdeniz yollarına dökülmüştü, bir kişi hariç… Andreas… Bir gün aramış, gayet sakin bir ses tonu ile işlerinin aniden açıldığını, yazın boş kalacağını düşündüğü kayıt stüdyosunun art arda rezervasyon aldığını, bu fırsatı değerlendirip kendi albümü için de çalışmak istediğini ni ni ni…. Gerisini dinlememişti… Duyamamıştı daha doğrusu… Birkaç gün büyük bir gayretle bu yalana inanmak istemiş ama tamamen kesilen iletişim her şeyi ortaya dökmüştü. Terk edilmişti! Bir kez daha… Sen daha iyilerine layıksın yerine bu sefer işlerim yoğunlaştı yalanı ile…
Teknenin burnunda, rüzgârın kafasındaki düşünceleri ve kalbindeki sıkıntıyı alıp uçurmasını dileyerek uzun uzun oturmuştu işte o gün. Ve sormuştu; bu dünyanın bir köşesinde beni sevecek, beni saracak, önemseyecek, bana sadık olacak bir Allah’ın kulu yok mu?
Alp ve Hakan durumu biliyor, hatta hemcinsleri adına mahcubiyet bile duyuyorlardı. Her yıl mayıstan ekime daldan dala atlayan bu ikili o günlerde sanki Arzu’nun yasına eşlik eder gibi erkenden eve dönüyor, bazen de Arzu’nun evine elleri dolu gelip birlikte yiyip içmeyi teklif ediyorlardı. Eğleniyorlardı ama ne Arzu’nun kendine bunu daha fazla yapmaya hakkı vardı ne de onlara… Bugün son dedi kendi kendine, bugün denize atlayacağım, o mağaraya gireceğim ve çıktığımda bu pislik tamamen tüm hücrelerimde temizlenmiş olacak.
Mağaranın bulunduğu koya gelince Alp motorun devrini azalttı, hafif bir tıkırtı ile biraz ilerleyip demir attılar. Dalgıç giysileri giyildi, teçhizat takıldı. Alp ve Arzu önden gidecek, Hakan teknede bekleyecekti. Koyda kendilerinden başkası olmadığı için etraf sessizdi ama suya atlayınca oluşan sessizlik bununla kıyaslanamazdı. Kendini suya bıraktığı anda içinden bir oh çekti Arzu. İşte yine o anı yakalamıştı. Zihni durmuş, tüm dünya dışarıda kalmış, kendisi de Arzu benliğinden çıkıp adeta daha büyük bir bilinç haline geçmişti. Gözünün önünden balıklar geçiyor, yosunlar usul usul sallanıyor, denizin dibindeki yuvalarında kıpırdanan balıklar hafif bir toz kaldırıyor, güneş bir gayret en diplere, karanlıklara kadar aydınlatmaya çalışıyor, Arzu da tüm bu olanları sadece gözden ibaret bir varlık gibi izliyordu. Alp’in el hareketi ile yönünü değiştirdi ve gördüğüne inanamadı. Gerçekten bugüne kadar hiç fark etmedikleri bir girişi gösteriyordu Alp. Öyle dar ve öyle gizlenmişti ki kendilerinden başka gören olmadığına ikna olmuştu şimdi. Bir an tereddüt etse de yıllar boyunca iki erkek dalgıcın yanında geliştirdiği ben de yapabilirim dürtüsü hemen başını uzatıverdi. Alp’in daha önce yaptığı uyarıları dikkate alarak, üç hamlede yarıktan içeri girdi. Mağaranın içi öyle karanlıktı ki sessizlik birkaç kat daha artmıştı sanki. Alp ile aynı anda fenerlerini yaktılar. Mağaranın tavanının çok yüksek olması sayesinde içeride bir boşluk oluşmuş, suyun yüzüne çıkmışlardı şimdi. Hareket edecek çok geniş bir alan yoktu aslında. Biraz inceledikten sonra Alp, “Hadi çıkalım” diye işaret etti ama Arzu’nun içinden bir ses az önce baktığı arka duvara tekrar gitmesini söylüyordu. Bir dakika diye işaret edip duvara doğru yüzdü ve daldı. Evet yanılmamıştı, dibe indikçe oradan bir başka mağaraya daha geçebileceğini gördü. Yukarı çıkıp Alp’e haber vermeye gerek görmeden biraz daha derine daldı ve diğer taraftan tekrar suyun yüzüne çıktı. Mağara içinde mağara… Bu seferki daha da küçüktü ve aslında kayda değer bir özelliği de yoktu. Alp’i daha fazla meraklandırmamak için geri dönmek üzere dalacaktı ki mağaranın sağ köşesindeki kayanın arkasından ona bakan iki parıltı ile karşılaştı. İki dev parıltı! Mağaranın içindeki mağarada, karanlığın ve sessizliğin ortasında iki can, birbirlerine sakin sakin ve uzun uzun baktılar. Onu rahatsız ediyorum diye düşündü önce Arzu ama sonra bu koca gözlerin sahibi balığın da onu aynı ilgi ile izlediği hissine kapıldı. Hafif bir palet hareketi ile sola kaydı, balık hareket etmedi. Fenerini doğrudan onun üstüne tutmak istemiyor, onu korkutmaktan çekiniyor diğer yandan suyun içine tuttuğu fenerin yarattığı ışıkta ne olduğunu iyice seçmeye çalışıyordu. O anda beklemediği bir şey oldu. Tahmininden de büyük olan balık birkaç metre içinde şöyle bir yüzüp tekrar kayasının arkasına saklandı. Basbayağı flört ediyor bu benimle diye düşündü Arzu. O da aynı şeyi yaptı, şöyle bir yüzüp geri geldi. Bu oyunu birkaç kez daha tekrarlamışlardı ki aşağıdan Alp’in fenerinin ışığı göründü. “Kaç, geliyor” diye bir ses yükseldi Arzu’nun zihninde. Balık da o anda yok oldu. Alp suyun üstüne çıktığında Arzu’ya sitemli bir bakış attı, kafasıyla hadi işareti yaptı ve tekrar dalıp önce ilk mağaraya geçtiler sonra da koyun genişliğine… Maskeyi çıkarınca Alp’in ona neler diyeceğini bilen Arzu biraz gerilmiş olsa da içinde çok daha güçlü ve büyük bir huzur hissediyordu. Kimsenin bilmediği, tanımadığı, sadece onunla iletişime geçmiş ve belki de bir daha hiçbir insan ile temas etmeyecek bir balık vardı! Sadece Arzu ile konuşmuştu, sadece… Dünyanın bir köşesinde sadece Arzu’yu seven bir canlı…
Bu duygularla tekneye çıkmış, son zamanlarda fotoğraf çekmeye merak salan Hakan da işte o anda deklanşöre basmıştı. Alp’in arkadan gelen, “Bari sen yapma Arzu, bari sen yapma. Amatör de değilsin, ne demek habersiz gitmek” şeklindeki sitemleri ise fotoğrafta yerini bulamamıştı tabii.
Fotoğrafa bakarken hızla aklından geçen bu anıları bir anda durdurup kafasını kaldırdı ve karşısındaki boş duvara bakmaya başladı. Ömer amca ile bu eve girdikleri ilk güne gitti. İhtiyar ağır ağır kilitleri açmış, Arzu’ya buyurun işaret yapmıştı. Sokak kapısından girince sağda salon, salona doğru yürürken de hemen solda mutfak vardı. Daha doğrusu mutfakçık… Salona girmek için iki adım atmıştı ki bir an mutfakta bir hareket fark edip kafasını kaldırmış ve hareketin karşı evin mutfağından geldiğini görmüştü. Artık adının Adem Adler olduğunu bildiği adam, kendi mutfak tezgahında hızlıca bir şeyler yapıyor, bir an görünüp bir an kayboluyordu. O sırada kapıyı yine ağır hareketlerle kapatıp Arzu’nun arkasından salona gelmeye çalışan Ömer amca, genç kadının yolun ortasında çakılıp kaldığını fark etmemiş, ona çarpmış ve dikkatli baktığında Arzu’nun mutfağı kontrol ettiğini sanıp, “Evet mutfak biraz küçük ama işinizi görür tahmin ediyorum” demişti. Arzu hiç bozuntuya vermemiş, salona geçip inceliyor gibi yapmış ama aslında o an evi tutmuştu. Adem Adler de tıpkı o balık gibi, kendi kayasının arkasında hareketler yapıyor, Arzu da o hareketleri takip ediyordu. O da tıpkı o balık gibi, Arzu biraz yaklaşsa kaçabilirdi ve yine tıpkı o balık gibi yalnızlığından memnun görünüyordu. Mutfak camında henüz başka bir canlıya rastlanmamıştı. Burada tek fark vardı, Arzu onu aylardır gözetliyor olsa da Adem Adler’in gözleri henüz onu bulmamıştı.
Bulmuş muydu yoksa? Bunu düşünmek içini kıpırdatmaya yetmişti.
Kek
Bir an bu fikrin daha önce neden aklına gelmediğini düşündü. Sahi, belki Adem Adler de gizli gizli onu takip ediyordu, bunu kim bilebilir! İçinde hafif bir kıpırtı hissetti. “Saçmalama dozunu biraz daha arttırırsam delirdiğimi düşüneceğim…”
Yeniden toparlanıp, saklamaya değer anılarına geri döndü ama önce şu fotoğrafı yüklemeliydi. “Hadi bakalım, başlıyoruz.”
Kısacık bir an düşündükten sonra fotoğrafın altına şunları yazdı, “Bir mağara varsa, girmelisin, hele bir de güneşin seni bekleyeceğinden eminsen…”
Şöyle bir kontrol etti. Yok, olmamıştı. Teknedeki bir fotoğraf ile mağaranın ne ilgisi var… Yazı ile fotoğrafın uyumsuzluğu aşikardı. “Bir su altı mağarası keşfetmiştik. Gidip bakmasak olmazdı. Gittik. Baktık. Nasılsa güneş bekleyecekti bizi.” Bu olmuştu.
Bir bilgisayardaki dosyaları karıştırıyordu bir hatıra kutusunu. Ne çok güzel an vardı saklamaya değer. Sadece, onları görmek insanın içini burkuyordu bir yandan da. Bir anda aklına geldi, belli bir gün ve sayı üzerinden gitmeliydi. Her şeyi toplu halde yüklemek doğru olmayabilirdi. Neden doğru olmayabileceğini düşündü, tek sakınca insanların dikkatini çekmek ve saçma sapan yorumlar almak olabilirdi, bu sorun etmeye değer miydi? “Yo, neden sorun olsun ki…” Evet sorun olmayacaktı. Sadece bu sebeple saatler boyu yorumlara zaman ayırması gerekecekti. “Olsun,” dedi, “böylece hakkımda daha çok şey öğrenecek.”
Gerçekten de öyle oldu, her fotoğraf birçok arkadaşıyla hoş beş etmesini de sağladı. Sosyal medya ne ilginç yerdi. Dışardan bakıldığında Arzu’nun ne dost canlısı ne de eğlenceli olduğu düşünülürdü, o daha çok demir leblebi gibi görünüyordu. Kendine ait bir dünyası olan kızlardandı. Yanına yaklaşmak için pek çok güvenlik aşamasından geçmek gerekirdi. Onun sınır halkaları dışardan görülebiliyor olsa, bu kesinlikle izohips eğrilerine benzerdi. Her halka aşıldığında, sadece daha da içeri girilmez aynı zamanda yükseğe de çıkılırdı. Bundan hoşlanırdı Arzu. “Her insan kendi tanrılar dağının tepesinde hüküm sürer ve oradan aşağı inmek de onun yanına erişmek de biraz serüvene değer.” Böyle demişti bir gün Sena’ya. Yine Müşkül gecelerinden biriydi. Adetleriydi. Pazartesi sendromunu cuma heyecanına dönüştürmenin yolunu bu sayede bulmuşlardı. O gece barda oturmuş biralarını içiyorlardı. Mekânın karanlıkta kalan, kuytu masalarından birinde bir adam oturmuş Arzu’yu izliyordu ama öyle rahatsız ederek değil. Belli belirsiz. Sena Arzu’nun başının etini yemişti, “Kızım baksana adam ilik gibi. Tanrım. Arzu çok şanslısın. Hiç olmazsa bir kerecik baksan?” Arzu ise hızlılardan değildi. “Boş versene kızım. Dağımdan inmem için de birinin oraya çıkması için de başka bir şeyler olmalı sanki.”
Gerçek bir aşk gibi. Sadece birkaç ay önce bu sözleri söyleyen Arzu, nihayet dağından inmeye değer bir şeyle karşılaşmıştı işte. “İndiğin yere bak Arzu,” dedi, “ine ine instagrama indin.”
Akşam olduğunu sokağın kalabalıklaşmasından anladı. Mutfak saatine çok az kalmıştı. Aklına acayip bir fikir geldi. Bunu daha önce düşünmediği için hayıflanmıştı. Mutfağa kamera koyabilirdi. Böylece onun bakmadığı anlarda, o ona bakıyor mu, bu sayede anlayabilirdi. Tabletini doğru açıyla tezgâhın üzerine yerleştirdi. Öyle bir açı bulmalıydı ki, Adem Adler tableti asla görmemeliydi ama kameranın kadrajına da girmeliydi. Birçok açı denedi ama emin olamıyordu. Yine de sonunda ona en iyi gelen yerde bıraktı tableti. Kamerasını çalıştırdı. Bulaşıkları toparlamaya başladı. Çok geçmeden karşı mutfağın da ışığı yandı. Bu defa işini bitirip çıkmayacaktı. Bu sebeple uzun sürecek bir şey pişirmeliydi. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki onun orada olduğunu bilmek bile yetmişti. Pencereyi açtı. Apartman boşluğunun rutubetli havası bir an burnunu sızlattı ama çok geçmeden ya kokuya alıştı ya da gerçekten de hava akımı değişti ki temiz hava aldığını hissetti. Uzun sürecek bir şey pişirmekten vazgeçti, ilgi uyandırmak için süreye değil bir nedene ihtiyacı vardı. “Koku olabilir,” dedi. Dolabı açtı, sadece karnabahar vardı… “Yo,” dedi, “dostum bugün değil…” Dağından inmişti, her yanı mis gibi kokularla bezemek varken, karnabahar kokuları salamazdı. Bir kısacık bakış attı karşı pencereye. Adem Adler de penceresini açmıştı. O an karar verdi. Kek yapacaktı. O da tezgaha eğilmiş bir şeyler doğruyordu. Ne olduğunu görmüyordu ama hareketlerinden bir şeyler doğradığı anlaşılıyordu. Aklına harika bir fikir daha geldi. Gerçekten kek yapmayacaktı. Hızlı olmalıydı. Kek dediğin kokana kadar bir saat sürerdi. Ani bir kararla gerçek bir tarif yapmaktan vazgeçti. Hızlıca kokusu gereken malzemeleri öylesine karıştırdı. Kakao, ceviz, tarçın, şeker ve vanilya. Tarçını koyar koymaz pişman oldu, anne kokusu istemiyordu ama iş işten geçmişti. Biraz yağ, biraz süt, bir yumurta… Fırını en yüksek ısıya getirdi. Malzemeleri basitçe kaba döktü. Sadece koksalar yetecekti. Ve öyle de oldu. Dakikalar içinde harika kokular mutfağa yayılmaya başladı. Pencereyi biraz daha açtı. O esnada fark edilmeyecek hareketlerle kendine peynirli sandviç hazırladı. “Evet Arzu, gerçekten seni tebrik ederim. Ne kolpacı bir şeymişsin meğer. Peynirli sandviç. Aferin.” Yine de karşı mutfağın ışığı sönene kadar oyalandı. Şimdi onu yeni bir heyecan bekliyordu. Kamera kaydı. Adem Adler mutfağın ışığını söndürdüğünde, Arzu da kek kokulu şeyi fırından çıkardı. Fena da görünmüyordu.
Keyifle salona geçti. Şimdi kaydı izleyebilirdi.
Olasılıklar
Koltuğuna yerleşti, tableti açtı ve maalesef hayatın filmlerdeki gibi olmadığı gerçeği ile yüzleşti. Günlük hayatta kullandığımız teknoloji hala ama hala filmlerde göründüğü gibi değildi. O çok sevdiği polisiyelerde her detayı gösteren kameralardan birine sahip olduğunu sanmıştı. Maalesef elindeki teknoloji ile o mesafeden Adem Adler’in gözlerini ayırt etmesi mümkün değildi! Birkaç kez hızlıca kafasını kaldırıp karşıya baktığı anlaşılıyor ama nereye baktığı tam olarak ayırt edilemiyordu.
Onun ev planı kendisininkinin tam tersiydi. İkisi de ikinci katta oturuyordu ama mutfakları karşılıklı olsa da evin diğer odaları tam tersi şekilde konumlandırılmıştı. İki apartman arasında, iki yönden de bırakılan ve görmüş geçirmiş bir sarmaşığın doldurduğu alan da ikisinin farklı iletişim yolları bulmalarını engelliyordu. Mutfakların baktığı boşluk, beş katlı iki apartmanın tam ortasında yer alıyordu. Büyük ihtimalle artık hayatta olmayan mimarın oldukça ileri görüşlü ve zevkli olduğu anlaşılıyordu. Belli ki ortalarında oluşan boşluğun tüm komşuları birleştiren bir haberleşme alanı olacağını düşünmüş ama zamanla kararan duvarlar, daha az vakit geçirilen mutfaklar derken burası anlamını kaybetmişti. Ama orası şimdi Arzu’nun aşk boşluğu idi… Dedikleri gibi her şey enerji ise boşluk sandığı bu alandan karşı tarafa dalga dalga enerji akıyordu. Karşılık verirdi ya da vermezdi ama insanın üzerine gürül gürül gelen bu dalgayı hissetmemesi mümkün değildi. O an Arzu’ya bir eminlik geldi. Buradan bir hikâye çıkacaktı ve bu güzel bir hikâye olacaktı.
Umutsuzluğa düştüğü çok olmuştu aslında. İki insan böyle bitişik, adeta aynı aileden apartmanlarda oturup da aylarca hiç karşılaşmaz mıydı? Tamam iki apartmanın kapıları farklı sokaklara açılıyordu ama neticede avuç içi kadar Kadıköy’dü burası. Apartmanların altında iki binayı birleştiren geniş bir mahalle marketi vardı. Arzu buradan sık sık alışveriş yapar ve o anlarda bir hafiye gibi etrafı kollardı. Ama bir kez bile denk gelmemişlerdi, bir kez bile! Son zamanlarda çok moda olan şu sonsuz olasılıklar okyanusu deyimine sinir olmaya başlaması da o günlere denk düşüyordu. Gerçekten o kadar sonsuz olasılık vardı ki içlerinden Arzu’nunkinin gerçek olmasına belki bir ömür yetmeyecekti. Sonsuz değil de bir elin on parmağı kadar olsaydı olasılıklar, şimdiye tanışmış, kaynaşmış, sevgili bile olmuşlardı belki. Aşağıdaki markette karşılaşma olasılığı, Bahariye Caddesi’nde yürürken rast gelme olasılığı, cadde üzerindeki küçük bir pasajdan girilen ve aniden insanın önünde bir vaha gibi açılan o güzel kitapçıda karşılaşma olasılığı, aynı kitaba elleri uzanırken bakışıp gülüşme olasılığı… Gerçi olasılıklardan biri görünür olmuş, önceki gün Mor Salkımlı Bahçe’de karşılaşmışlardı ama o da bir işe yaramamıştı. Kendini küçük düşürdüğü yetmemiş, tekrar karşılaştıklarında, iletişim kurmak için hiçbir şey yapamayacak kadar heyecanlı olacağını da yaşayarak fark etmişti.
Yine de şu an içine bir eminlik gelmişti işte. Kaynağını bilmediği ama çok yoğun hissettiği “Oldu bu iş” duygusu. Ortaokulda karşı sınıftaki Orkun’un da onu beğendiğini öğrendiği gün hissettiği o büyük sevinç, o tamamlanmışlık hissi gelip kalbinin orta yerinde kanat çırpıyor, kulağına fısıldıyordu: Güzelsin, değerlisin, sevilmeye layıksın, o da seni seviyor…
Kendini bu güzel hisse bıraktı… Zihninin devreye girmesi an meselesiydi, oradan gıcık başını uzatıp, “Adam bir kere bile kafasını kaldırıp bakmıyor, alooo, bu neyin kafası?” demesine saniyeler vardı. Tüm gücüyle bu güzel duyguda kalmaya çalıştı. Kendiyle alay eden Arzu ortaya çıktığı anda ise ayağa fırlayıp tuvalete gitti.
O
Adem Adler yaklaşık kırk beş dakikadır okumaya çalıştığı ama her seferinde sayfanın başına dönmek zorunda kaldığı kitabı nihayet kapatıp sehpaya bıraktı. Vakit yaklaştıkça gerginliği artmış, çok uzak bir geçmişte kaldığını sandığı o reddedilme korkusunu hissetmeye başlamıştı. Yarın, uzun zamandır hem de çok uzun zamandır içinde yaşattığı bir aşkın karşılığı olup olmadığını öğrenecekti. Daha doğrusu karşılığı olduğunu biliyordu ama bu karşılığın kendi içindeki o kocaman kabı doldurup doldurmayacağından emin değildi. Ya sadece bir eğlence ise onun için? Ya kadınların kız arkadaşları ile konuşup kıkırdamayı sevdiği konu objelerinden biri olmuşsa? Üniversitedeki derslerinde özellikle ön sıraya oturup onu yakından görmeye, dikkatini çekmeye çalışan kızlardan bildiği o hali, onun üzerinde de görürse ne büyük bir hayal kırıklığı olurdu. Sonra içine düştüğü boşluktan onu kim tutup çıkaracaktı? Kendini tanıyordu, hikâye öyle bir yere gelmişti ki eğer bundan sonrası istediği gibi yazılmayacak olursa Adem Adler o meşhur ortadan yok olmalarından birini gerçekleştirecek, derslerini asistanına devredecek ve aylarca kimseyle görüşmeden iyileşmeye çalışacaktı.
Ayağa kalktı, Kadıköy’ün dar sokaklarından birine bakan salon penceresinin önünde sırtını, kollarını esnetti. Sokağın normalden kalabalık olması gençlerin bir cuma gecesine aktıklarına işaret ediyordu. Bu akşam da nice ilişki başlayacak, belki başladığı gibi bitecek, belki ertesi sabaha kadar can çekişip öğlene doğru son nefesini verecekti. Adem Adler bu konularda tutucu bir insandı. Bugüne kadar tek gecelik ilişkilerin adamı olmamış ve bu deneyime bir empati de geliştirememişti. Soğuk, ruhsuz ve hatta biraz hayvani buluyordu bu tarz ilişkileri. Üzerine düşünmüş, araştırmış, fikirler üretmişti ama sonuç değişmemişti; bir kadının bedenini bir gece için işgal etmek onun tarzı değildi. “İki taraf da gönüllüyse neden olmasın” diyenler vardı ama kadınların bu konuda her zaman numara yaptığını düşünüyordu. Her kadın, kendine itiraf etmese bile o gecenin duygusal bir ilişkiye dönüşerek devam etmesini delice istiyordu ona göre. Bu kandırmacaya dahil olmak yerine bugüne kadar hep uzun soluklu ilişkiler yaşamıştı.
Kadıköy’ün o cıvıl cıvıl gecesinin bir parçası olmayacaktı belki ama bir kadeh beyaz şarap ile tatlı cumaya hakkını vermeyi alışkanlık edinmişti. Son aylarının sırdaşı o küçük mekana, mutfağa gitti. Onun içindeki heyecana karşın mutfak olduğu gibi duruyordu. Buzdolabı derinden gelen homurtular çıkarıyor, tezgahtaki baharat kavanozları disiplinli bir tabur gibi dimdik aynı yöne bakıyor, lavabo ve musluk aralarında iletişimi sağlayacak suyun akması için sabırla bekliyorlardı. Jung’un her sabah küçük mutfağına girdiğinde oradaki eşyaları bir bir selamladığını, eşyaların bu selamlamayı anlayacağına ve buna değer vereceklerine inandığını okumuştu bir yerlerde. O zaman pek anlamlı bulmadığı bu bilgi şimdi nasıl da farklı bir hale bürünmüştü. Aylardır şu mutfak dolaplarının kapakları değil miydi yüz ifadesini gizlemek için arkasına sığınıverdikleri… Hele şu kesme tahtası ile bıçağın dili olsa da konuşsa, “Adem, mahvettin bizi Adem… Bizim de ortalama bir ömrümüz var, karşı komşuyu göreceğim diye günde beş defa sebze meyve doğramak da nedir” demezler miydi? Bir gün kendini onlardan özür dilerken bulduğunda aklına Jung gelmiş ve çok utanmıştı. Şu an içinde bulunduğu ilgilenmiyormuş gibi yapma hali, aslında çocukluğundan gelen bir kibrin sonucu değil miydi zaten? Bugün onu aptal bir aşığa çeviren o kibir, tarihte çığır açan bir psikiyatrla bile içten içe alay etmesine bile sebep olmuştu.
Her zamanki alışkanlığı ile ışığı açmadan önce karşıya baktı. Arzu’nun mutfak ışığı yanmıyordu. Geride, sol taraftan loş bir ışık sızdığına göre hala salonda oturuyordu. Hakkında hem çok şey bildiği hem de hiçbir şey bilmediği Arzu’nun ne yaptığını tahmin etmeye çalıştı. Telefonu ya da bilgisayarı ile yapışık yaşayanlardan değildi. Öyle olsaydı sosyal medya hesapları bu kadar terk edilmiş görünmezdi. Film izliyor ya da kitap okuyor olması muhtemeldi. Biriyle telefonda konuşuyor ve hatta görüntülü konuşuyor olması fikri diğerlerinden çok daha hızlı bir şekilde yine kendini öne attı. Adem’in en sevmediği tahmin buydu ama yarışı hep o kazanıyordu. Arzu’nun dalış hocası olduğunu biliyordu. Ülkenin ve dünyanın her yerinden öğrencisi olmalıydı. Onlardan biriyle pekala ilişkisi sürüyor olabilirdi. Artık online ilişkiler eskisi gibi sadece yalanlar üzerine kurulmuyordu. İnsanlar çeşitli programlar üzerinden canlı bağlantı kuruyor, evin içinde cihazı yanlarında taşıyarak her şeyi birlikte yapıyorlardı. Birlikte film bile izliyorlardı. Filmi bulundukları yerde aynı anda açıp yorum yaparak, anlamadıkları yerlerde sorular sorarak takip ediyorlardı. Bir zamanlar çok acıklı bulduğu bu eylem, onlarca yalnız arkadaşını düşününce zaman içinde sevimli bir çözüm olarak görünmeye başlamıştı gözüne. Yine de kendisi için kurduğu hayal bu değildi ve hayalindeki kadının bunu yaşıyor olması fikrinden hiç ama hiç hoşlanmıyordu. Bu, birincisi Arzu’nun kalbinin boş olmadığı, ikincisi farklı bir tarzı olan bir kadın olduğu anlamına gelirdi. İkinci seçenek Adem’in yanıldığını da gösterirdi. Bugüne kadarki gözlemleri Arzu’yu bambaşka bir karakterin kapsama alanına sokuyordu oysa… Adem’in çok seveceği bir karakter…
Geçen hafta Caddebostan’da yeni açılan şarap mağazasından aldığı Sauvignon Blanc’ı profesyonel hareketlerle, ağır ağır ve tadına vararak açtı. Çok sevdiği bu ritüelin şarabı kadehe boşaltma aşamasına geldiğinde Arzu’nun ışığı yandı. Bunun, “Ben yatıyorum, haberin olsun” eylemi olduğunu artık biliyordu. Arzu dolaptan bir bardak çıkardı, muhtemelen tezgâhın üzerindeki sürahiden bardağına su doldurdu ve ağır ağır içmeye başladı. Bunları bilmesi için artık bakmasına gerek yoktu. Arzu başını kaldırdığı an Adem, Arzu’nun kendisini gözlediğinden adı gibi emin bir şekilde şarabı kadehe boşalttı, bu leziz sıvıyı kadehin içinde şöyle bir yuvarladı ama ilk yudumu almak için Arzu’nun ışığının sönmesini bekledi. Karşı mutfak karanlığa gömüldüğünde işini yine şansa bırakmadı ve şişenin ağzını kapattıktan sonra elinde kadehle salona yürüdü. “İki karanlık mutfak, sabaha kadar birbirlerine bakıp iç geçirecekleri bir gecenin daha başlangıcında kalakaldılar” diye düşünerek gülümsedi.
Adem Arzu’yu ilk kez pasajın sonundaki kitapçıda görmüştü. Daha doğrusu yıllar sonra ilk kez… Bir gece önce son yılların ünlü yazarı Canan Destan’ın evindeki davete katılmış, sadece on kişi olduğu söylenen davetli sayısı saatler ilerledikçe otuza yaklaşınca gerilmiş, bütün gece tanımadığı onlarca insanla boş bulduğu sohbetler yapmak zorunda kalmanın yorgunluğu ile iyi uyuyamamıştı. Ertesi sabah bir gece öncenin bedbaht Adem’ine ödül vermek için ilk kahvesini dışarıda içmeye karar vermiş, en sevdiği kitapçıya yürümeye başlamıştı. Neredeyse personel ile birlikte dükkanı açmış, taze çay, kahve ve kitap kokuları birbirine karışırken rafların önünde dolaşmış sonra da arka bahçede derin nefesler alıp kendine gelmişti. Kahvaltıdan sonra merakına engel olamamış, Canan Destan’ın kitaplarının bulunduğunu tahmin ettiği rafa gitmişti. “Acaba biri beni görüyor mu?” sorusunu elinde olmadan sorarak, daha çok kadınların okuduğunu tahmin ettiği kitapların önünde durmuştu. Kendine meydan okumuş, kibir külahını bir kenara koyup kadının kitaplarından hiç değilse birini okumaya karar vermişti. Kitapların birbirinden zorlama isimlerine bakarken adeta kedi adımları ile yanına gelen kadını fark etmemişti. Bir başka kitaba uzandığı anda ise onu görmüş ve elini adeta yanmış gibi geri çekivermişti. Şiir kitaplarının dizildiği rafın önünde pür dikkat bir kitap arıyordu. Yoğun kendini gizleme çabası Adem’i adeta görünmez kılmıştı.
Adem, önce kaygıyla baktığı kadına onun dalgınlığını fırsat bilip bir kez daha bakınca çok uzaklarda kalmış bir yaz akşamına savrulmuş, bir insanın kalbini ilk kez kırdığı anın pişmanlığı göğsünün orta yerini kaplamıştı.
80’li yılların başlarında, yazlık sitelerin sahil kasabalarını hızla istila etmeye başladığı dönemlerdi. Adem’in annesinin aylar süren ısrarı üzerine Bodrum Bitez’de bir kooperatife girmişlerdi. Adem ortaokula geldiğinde inşaatlar ancak bitmiş ve anne oğulun yazlık günleri başlamıştı. Haziranda karneyi aldığı gün bavulları hazır olur, o gün çıktıkları yolculuktan genellikle okulların açılmasından bir gün önce dönerlerdi. Adem her seferinde kendini başka bir alemden gelmiş gibi hisseder, şehre ve okula alışmakta zorlansa da tatili uzun tutmaktan yine de şikayetçi olmazdı. Ancak her şey gibi bu sefanın da sonu gelmiş, üçüncü yazın sonunda, kasvetli bir şehir gününde annesi Adem’e boşanacaklarını açıklamıştı. Annesinin Bodrum’da arkadaşları ve arkadaşlarının arkadaşları derken genişleyen çevresi ile deniz, güneş, tekne, akşam drinkleri ve o yıllarda çok moda olan gazino gezmelerinden oluşan tatilleri Şişli’deki oldukça ünlü kliniğini en fazla yılda bir hafta bırakabilen diş hekimi kocası ile arasındaki dengeleri bozmuş, iki taraf da kendi yaşam tarzından ödün vermeyince boşanma kaçınılmaz olmuştu. İstanbul’daki ev annede, Bodrum’daki ev babada kalınca Adem de yazlıktan soğumuş, annesinin yeni gözdesi Çeşme’de kendine yeni bir çevre edinmişti.
Arzu’nun anılarındaki yeri ise Bodrum’daki son yazdandı. Arzu, komşulardan birinin misafiri olarak gelmişti siteye. Sitenin basketbol sahasında her akşamüstü erkekler maç yapar, kızlar da onları tezahüratla desteklerdi. Arzu öyle sakin ve sessiz oturuyordu ki herkesin ilgisine çok alışık olan Adem onunla ilgilenmeyen bu kızı hemen fark etmişti. İlk günün yabaniliği diye düşünmüş ama yanılmıştı. İlerleyen günlerde de Arzu ile aynı ortamlarda bulunmuşlar ama kız, aynı anda hem orada hem başka yerdeymiş gibi davranmıştı. Sanki maçı izliyor görünüyor ama daha ötede bir yere bakıyordu. Güneşin en tepeye çıktığı saatlerde sahildeki kafeteryanın gölgesine sığınıp okey oynarlarken, oyunculardan birinin yanında oyunu izliyor gibi yapıyor ama okey tahtasında sanki başka bir şey görüyordu. Oradaydı ama orada değildi. Sadece Adem’le göz göze geldikleri anlarda, dalgın bakışlarında bir hareketlenme oluyor ama Adem biraz uzun baksa bu etkileşim Arzu tarafından hemen sonlandırılıyordu. Adem o sıralarda on altı yaşında olduğuna göre Arzu on dört ya da on beş olmalıydı. Adem ondaki bu hüznün nedenini anlayamıyor, hatta bunun hüzün olup olmadığının bile farkına varamıyor, sitenin neredeyse tüm kızları peşinden koşarken ilgisini kendinden esirgeyen bu ufaklığa gün geçtikçe tutuluyor ve bu duruma çok da sinirleniyordu.
Adeti olduğu üzere o yaz da çabuk geçmiş, Arzu’nun sitede geçireceği yirmi günün sonuna gelinmişti. Gruptaki kızların Arzu’ya veda partisi yapacaklarını duyunca içi sızlamış ama bunu hiç kimseye belli etmemişti. O akşam sahilde büyüklerin kızmayacağı kadar bir ateş yakmış, etrafında oturup konuşmuşlardı. Buna konuşmak denirse… Kızlar beğendiği erkeğe bir imada bulunuyor, erkekler hoyratça bir karşılık veriyor, kimse bozulmuyor, en azından bozulmamış gibi yapıyor ve herkes ağız dolusu gülüyordu. Adem, sitenin sarışın bombası Didem’in gülerken sürekli omzuna yatması nedeniyle ikide bir sarsılıyor, bu cıvıl cıvıl kızın enerjisinden etkileniyor, gözünün ucuyla da Arzu’yu, bu konuşmaların içinde iyice yabancılaşan o ürkek kızı seyrediyordu. Adem’i kazanmak için en ufak bir çabası bile yoktu. Adem’in bir an canı çok yanmış, o yaştaki tüm çocuklar gibi canı yandığı anda can yakmak istemiş ve Didem’i elinden tutup sahilde yürümeye davet etmişti. Giderken de şöyle bir dönüp, “Biz artık dönmeyiz. Arzu sana da hayatta başarılar, gerçi biraz zor ama…” demeyi ihmal etmeden… Ve buna rağmen Arzu kafasını kaldırıp bakmamış, ateşi izlemeye devam etmişti. Adem ise ağzından çıktığı anda pişman olduğu sözlerin etkisi ile Didem’i hiç konuşmadan evine bırakıp, kızın biraz daha takılalım ısrarlarını duymadan kendi evine dönmüştü.
Günler sonra bir okey partisi sırasında kızlar aralarında konuşurken duymuştu Arzu’nun babasının bir süre önce iflas ettiğini, Arzu’nun burada olduğu yirmi gün içinde taşındıklarını, İstanbul’da hiç alışık olmadığı bir semtte yaşayacağını, annesinin yeniden çalışmaya başlayacağını, okulunun da değişeceğini ama hangi okula gideceğine henüz karar verilmediğini… İlerleyen aylarda ortak arkadaşların ağızlarını yoklamış ama Arzu’nun eski çevresi ile iletişimi kopardığını öğrenmişti. Epey bir süre vapurda, otobüste, sokaklarda rastlar mıyım diye gözleri Arzu’yu aramış sonra da vicdan azabını ve aşkını küllendirip unutmuştu.
Hikâye burada kalsaydı Adem Arzu’yu bir daha hatırlar mıydı, kitapçıda onu görür görmez tanır mıydı bilinmez ama on altı yaşındaki Adem’in unuttuğunu sandığı bu pişmanlık, yıllar sonra en beklemediği anda karşısına dikilivermişti. Yaklaşık beş yıl önce hayatının geri kalanını birlikte geçirebileceğine inandığı Şule’nin gidişinin, hem de hoyratça gidişinin acısı ile kıvranırken çocukluk arkadaşı Ebru öyle bir laf etmişti ki Arzu’yu Adem’in hayatına geri getirmişti. Liseden beri en yakın dostu olma unvanını kimseye kaptırmayan Ebru, Adem’in bu beklenmedik çöküşü karşısında, “Bana bak, aklıma bir şey geldi, sen karma ödüyor olmayasın? Hayatında kimseyi bu kadar incittin mi?” diye sorunca Arzu’nun ateşin başındaki o mahzun hali capcanlı bir resim gibi gözlerinin önünde belirivermişti. Ebru o anı kaçırmamış, “Oğlum anlatsana… kime ne yaptın, benim niye haberim yok?” diye ısrar edince Adem hikayeyi baştan sona anlatıp, “Ya nereden çıktı şimdi bu görüntü? O kadar uzak bir geçmiş ki seninle bile tanışmamıştık daha. Ben de çocuktum sonuçta, isteyerek yapmadım, kızcağız da o günden beri bana ah etmiyordur herhalde” demişti. Ebru tam hakim olmadığı bu tür konularda daha fazla ileri gitmemiş ama “Bilinçaltı oğlum bu, ne yapacağı belli olmaz diyorlar” deyip hınzır hınzır gülmüştü.
Kapı
Adem, takip eden günlerde Arzu’yu yine uzunca bir süre düşünmüştü. Yüzünü gözünün önüne getirmeye, soyadını hatırlamaya çalışmış hatta biraz daha ileri gidip sosyal medyada sitedeki arkadaşlarını ve onların takipçilerini taramış, bir sonuca ulaşamayınca içinden samimiyetle “Seni kırdıysam çok özür dilerim” diye geçirip konuyu bir kez daha küllendirmişti. Hayatın ona muhtemelen son bir şans daha sunduğu kitapçıdaki gün ise Arzu’yu bir kez daha kaybetmemeye karar vermiş, Canan Destan’ın kitabını almaktan vazgeçmiş, genç kadını güvenli bir mesafeden takip etmiş, onun kendisinin de yaşadığı mahalleye doğru yürüdüğünü görünce küçük çaplı bir şok yaşamış, Arzu yan sokaktan diğer apartmana girince kaderin bu tatlı oyununa çok ama çok mutlu olmuştu. Arzu eve girer girmez o da kendi evine koşmuş ve loş mutfağında durup karşı apartmandaki hareketleri izlemişti. Bir süre sonra Arzu kendi mutfağına girip her şeyden önce dümdüz kendisine doğru bakınca da paniğe kapılıp kendini mutfaktaki küçük kilimin üstüne atmıştı. İşte Adem’in Arzu’yu her geçen gün daha büyük bir ilgiyle takip ettiği ama bunu belli edecek cesareti bir türlü kendine bulamadığı günler de böylece başlamıştı. Zamanla Arzu’nun zaten kendisini çok daha uzun zamandır izlediğini anlamıştı. Özellikle akşamları uzun uzun mutfakta kalıyor, muhtemelen bulaşık makinesini dolduruyor, boşaltıyor, bir şeylerle oyalanıyor gibi görünüyordu. O da Adem’i hatırlamış mıydı acaba? Buna dair şüpheleri vardı. Aradan neredeyse yirmi beş yıl geçmişti. Arzu, artık Adem’in de çok hak verdiği nedenlerle adeta başka bir dünyada yaşıyor, bir çocuk için çok zorlayıcı olduğunu tahmin ettiği statü değişikliğini deneyimliyordu. O tatilden dönüşte başladığı yeni hayatında kim bilir neler yaşamıştı ki eski arkadaşlarıyla bile irtibatı kesmişti. Adem’i aklından bir daha hiç geçirmemiş olması bile muhtemeldi. Üstelik o zamanlar Adem, Adem de değildi, Emre’ydi. Üniversiteye başladıktan sonra arkadaşları arasında başlayan bir espri kalıcı olmuş, o yaşa kadar kullandığı Emre zamanla unutulmuş ve büyük büyük dedesinden gelen Adem ismi kalıcı hale gelmişti. Bu işte Ebru’nun parmağı vardı. Her zamanki abla tavrı ile “Oğlum sen artık bir felsefecisin. Bak profesör olacağım falan diyorsun. Profesör Emre Adler… Popçu ismi gibi duruyor. Adem adını kullan sen bundan sonra. Adem Adler… Ünlü felsefe profesörü… Kulağa ne kadar güzel geliyor farkında mısın?” demişti. Reklam ve Halkla İlişkiler öğrencisi olan Ebru’nun bu erken mesleki atılımı o gün yanlarında bulunan herkes tarafından kabul edilince zamanla kimliği olmuştu.
Elinde kadeh mutfaktan çıktı ve ilk yudumu evinin ancak iki kişinin sığabileceği minyatür balkonunda aldı, ağzında ustalıkla dolandırdı ve keyifle yuttu. Oh! Ne olacaksa olsundu artık, beklemek daha fenaydı. Arzu her şeyden habersiz yatak odasına geçmiş, belki birkaç satır daha okuyup huzurlu bir uykuya dalacak, Adem ise hem bir sonraki günün heyecanı hem de uzun zamandır elini sürmediği makalelerin ağırlığı ile huzursuz bir gece geçirecekti. Uyumuş muydu acaba? Arzu nasıl uyurdu? Nasıl uyanırdı? Rüyasında sayıklar mıydı? Uyandığında huysuz olanlardan mıydı neşeli olanlardan mı? Uyurken ona sokulur muydu? O kadar uzun zamandır bunları düşünüyor, hayaller kuruyordu ki zaman zaman bir hayale mi aşık olduğunu düşünmeden edemiyordu. Ama o genç kızı artık dün gibi hatırlar hale gelmişti. Bir insanın çocukluğunun kısa da olsa bir dönemine şahit olmanın, onu çok iyi tanıyormuş gibi hissettirmesi de doğaldı çünkü insan o yaşlarda gerçekten doğaldı.
Ne zamandır aklına gelmemiş olan o güzel şarkıyı mırıldanmaya başladı…
Dün gece sen uyurken
İsmini fısıldadım
Ve hayvanların korkunç
Öykülerini anlattım
Dün gece sen uyurken
Çiçeklere su verdim
Ve insanların korkunç
Öykülerini anlattım onlara [2]
Kitapçıda çok önemli bir şey daha görmüştü o gün Adem Adler… Arzu kitaplara eğilmiş bakarken bir an için Medusa saçlarını eliyle arkaya atmış ve boynundaki dövme ortaya çıkmıştı: Sen akışı derelerin, ben delisi oraların… Daha önce defalarca yan yana gördüğü bu harf dizilimini tanımak Adem için hiç zor olmamış, Arzu’nun, hikayesinde kendisinin de parmağı olan bu sözleri dövme yaptıracak kadar sevmiş olması ile sarsılmıştı. Bu hikayeyi anlatsa Derya Deniz bayılır, buradan yepyeni bir şarkı bile çıkarırdı. Duyguları dizelere dökmek ve onları notalarla birleştirmek onun işiydi. Derya’nın birlikte oldukları dönemde röportajlarda ilişkilerinden bahsetmesi nedeniyle birçok kişinin zihnine büyük aşk hikayesi olarak kazınmış olsa da onlar bir dönem birbirlerinin besleyen ve sonra kendi sularına çekilen iki dosttu aslında. Bir ergenlik macerası gibi sosyal medya üzerinde başlayan, bir süre ateşi epeyce harlı yanan bu ilişki zamanla Adem’in ciddiyeti ve Derya’nın inanılmaz duygu yoğunluklarının harmanlanması ile bir üretim fırsatına dönüşmüştü. Derya o dönem hit şarkılar çıkarmış, Adem meslektaşlarının ilgilenmeyeceği konularda araştırmalar yapıp birkaç yerde konuk yazarlık yapmış ve normalde gençlerin pek ilgilenmediği felsefe dünyasına epey takipçi toplamıştı. Arzu da muhtemelen kendisini araştırmış ve Derya ile birlikteliğini öğrenmiş ve bambaşka fikirlere kapılmıştı. Görünen tüm hikayelerin ötesinde Adem’in kalbinin ritminden haberi yoktu.
Dün gece sen uyurken
Yüreğim bir yıldız gibi bağlandı sana
İşte bu yüzden sırf bu yüzden
Yeni bir isim verdim sana
İyi bir ailenin iyi eğitim görmüş, hem sportmen hem kafası çalışan oğlu Adem Adler… Kadınlarla görünmeyi pek sevmeyen, kalabalık ortamlarda bulunulmaktan hoşlanmayan ve tarvırları ile çoğunluk tarafından kibirli ve ukala bulunan Adem Adler… İlk gençliğinden beri başta babası olmak üzere içindeki aşırı duyarlı tarafı herkesten saklamak için bin bir çabaya giren, kalbi kırılınca saklanan, kendi kendini iyileştirmeye çalışan ve elinden geldiğince iyileştikten sonra tekrar yüzünü gösteren, insanların onu uzak diyarlardaki sevgililerine gidiyor sanırken yalnız başına yiyen, yalnız başına içen, okuyan, hep okuyan, gizli gizli şiirler yazan, yaşı kırkı geçse de hala hayatının kalan yarısını tamamlayacak o kadını umutla beklemekten hiç vazgeçmeyen Adem… Genç yaşta gereksiz yere estetik yaptıran insanlara benzeyen Ataşehir’deki baba hediyesi evini bırakıp, Kadıköy’ün çalkantılı ruhuna ve yıllanmış güzelliğine sığınmış Adem… Annesinin ve babasının tamamen iyi niyetle yönlendirdikleri kalıplara genç yaşta girip, erkeklik, profesörlük, evlatlık, sevgililik kalıpları içinde bir türlü kendi olamamış Adem. Son aylarda sık sık peşine düştüğü Arzu’nun yürüyüşünde de görmüştü bu kırıklığı… Tam olamayan her insanın bedeninde, yürüyüşünde, konuşurken gözlerindeki ifadede görünürdü bu hal. Bir sökük, bir çizik, bir sıyrık gibi…. Onun da acıları vardı biliyordu. Yalnızdı. Belki de ta o lise günlerinden beridir, kim bilir…
Geçenlerde sosyal medya hesabında bir hareketlilik olmuştu. Orada dediği gibi Arzu’yu bir sardunya büyütmüştü belki. Nereden aklına esmişti, o şiiri düşünmüştü de Adem’in içinde yeni umutlar fizilendirmişti?
Bekler mi beni
Her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
Bir sürü yaz gününün içinde
Acaba bekler mi beni[3]
İkisinin de yalnızlığını sona erdireceğine inandırdığı karşılaşmalarını defalarca planlamış, hiçbiri içine sinmemişti. Sokakta karşılaşsalar işim var deyip kaçmasından, oturup bir yerde konuşmayı kabul etse bile münasebetsiz bir tanışın kendisi için hayati olan bu sohbeti bölmesinden korkmuştu. Onu Mor Salkımlı Bahçe’ye çağırsa ki onun da burayı çok sevdiğini epey zaman önce keşfetmişti, Emin’in samimi sohbetinden bu sefer çok bunalacağını biliyordu. Zaten geçen gün, bu sefer kendisinin parmağı olmayan ve hiç ilginç bulmadığı gazete haberlerine gömülmek zorunda kaldığı karşılaşmalarında Arzu’nun da her zaman yalnız gezmediğini ve çabuk heyecanlanan biri olduğunu öğrenmişti. Bu heyecanı kendine yorup umutlanmamak için direniyordu. Kimse ama kimse şahit olmamalıydı, kimse ama kimse müdahale edememeliydi o ana. Ve Arzu heyecanlanıp kaçamamalıydı. Adeta bir film sahnesi gibi kafasında defalarca canlandırdığı karşılaşmayı kimse görsün, birilerine anlatsın, basit bir hikayeymiş gibi sofralara meze olsun istemiyordu. Bunların gerçek olması içinse gidip Arzu’nun kapısını çalması gerekiyordu. Düşününce bile elini ayağını nereye koyacağını bilemediği bu ihtimalin bir provası olarak karşı apartmanda ne zamandır kendisini davet eden ve bin bir bahane ile geçiştirdiği senaristin kahve davetini kabul etmişti geçenlerde. Adam Arzu’nun yan dairesinde yaşıyordu. Acaba onunla tanışmış mıydı, her gün kapıda karşılaşıyorlar mıydı, Arzu hakkında kendisinin bilmediği şeyler biliyor muydu? Belki bekar senarist de onu beğeniyordu! Köhne kapısının uzun zamandır kilit tutmadığı anlaşılan apartmana heyecanla girmiş, Arzu ile senaristin ortak kullandığı kata çıkmış, çaldığı kapı açılır açılmaz da kendini içeri atmıştı. Şu an burada Arzu ile karşılaşmak hayallerini boşa çıkarırdı. Senarist de uzun zamandır kendisini oyaladığını bildiği Adem Adler’in bu haline şaşırmış, kendi üzerine alınıp üzerinde çalıştığı senaryosuna vereceği danışmanlığın umudu ile sevinmişti. Kendi rızası ile adamın karasularına girdiği için Adem sabırla oturmuş, sürekli terleyen tıknaz adamın her sorduğu soruya samimiyetle yanıt vermiş, senaryodan hiç hoşlanmasa da kendini tutup pek müdahale etmemişti. Bir ara senarist, önemli olduğunu söylediği telefona yanıt vermek için salona yönelince duvarının, Arzu’nunkine bitişik olduğunu tahmin ettiği mutfağa hızlıca girmiş, kulağını duvara dayayıp beklemişti. Bu yaptıklarına kendi de inanamıyor ama içindeki o hınzır delikanlının uyanışından da inanılmaz bir haz duyuyordu. Hiçbir ses duyamayınca kendini tutamamış, duvarı birkaç kez tıklamıştı. Senarist o kadar yüksek sesli bir tartışmaya girmişti ki bu sesi duyması mümkün görünmüyordu. Arzu’nun tarafından gelen kapı kapanma sesini duyunca kızcağızın kapıda biri var sandığını anlamış ve biraz da utanmıştı doğrusu. Yine de kendini tutamamış, bir kez daha tıklatmıştı duvarı. Sonra da yaramazlığını saklamaya çalışan bir oğlan çocuğu gibi kendini tuvalete atmış, elini yüzünü yıkayıp suratındaki o hınzır utancın geçmesini beklemişti. Güzel bir prova olmuştu. Aynı parmaklar, yarın Arzu’nun kapısını tıklayacaktı. Allah vere ki senarist görmeyeydi…
Cumartesi
Cumartesi, tüm neşesi ve canlılığı ile şehrin üzerine doğdu. Hala çalışmak zorunda olanlar hiç değilse trafik yok, hava da güzel diye kendilerini avuturken bir tatil gününe başlayanlar yataklarında biraz daha oyalandı. Kadıköy’ün son yıllarda hızla artan kahvaltı mekanlarında genç garsonların telaşı başladı. İştah açan fırınların önünde küçük kuyruklar oluştu.
O gün yapacak hiçbir işi olmayan Arzu yatakta biraz daha uzun kaldı. Sanki bir planı varmış da unutmuş gibi hissediyordu. Ama yoktu… Biraz canı sıkıldı. Selim Maklube ile adalara kaçacak, Sena ise yeni merak saldığı aile dizimi tekniği için yurt dışından gelen bir uzmanın iki günlük eğitimine katılacaktı. Kadıköy’ü hafta sonu sevmiyordu, sokağa çıkmamaya karar verdi. Belki bir yaramazlık yapıp bu akşam pizza ısmarlardı, o çok sevdiği tam buğday hamurlu ve enginarlı pizzadan… Bir anda keyiflendi. O bir boğa burcuydu, konu güzel bir yemek olunca hemen neşelenirdi.
Kalktı, önce mutfağa girdi ve saçı başı o haldeyken olur da Adem Adler’e yakalanırım diye adeta dizlerinin üzerinde çaydanlığa su doldurdu, yumurtasını cezvede pişmeye bıraktı. Su kaynayana kadar hızlıca elini yüzünü yıkadı, giyindi, minik tepsisine beyaz peynir, siyah zeytin, maydanoz, domates, salatalık ve katı yumurtadan oluşan kahvaltısını doldurdu. Çay demlenene kadar yatağını topladı. Yatak örtüsünün üzerindeki derin deniz görüntüsüne bakıp iç geçirdi. Datça günlerine çok az kalmıştı, bir yandan para kazanması gerekiyor diğer yandan gitmeyi hiç ama hiç istemiyordu. Evin içinde amaçsızca dolanıp çayın demlenmesini bekledi. Tepsiye mis gibi kokan çayını da ekleyip salon penceresine yakın koltuğa kuruldu. Kadıköy’ün canlanışını izleyerek kahvaltısını tamamladı. Bulaşıklarını her zamanki gibi musluğun içine bıraktı. Cezveye Türk kahvesini, suyu koydu. Ateşin ısısı malzemeleri ağır ağır birleştirirken birkaç kez karşıya baktı ama hiçbir kıpırtı göremedi. Adem’in böyle güzel bir cumartesi günü neler yapabileceğini düşünüp canı sıkıldı. Kahvesini ve aylar önce satın alıp henüz kapağını açmadığı şiir kitabını alıp tekrar koltuğuna gömüldü. İlk yudumu aldı, kitabın rastgelede bir sayfasını açtı ve okumaya başladı.
Seni görmediğim günler bir çakır diken büyüyor göz bebeklerimde
Bir çocuk ağlaması başlıyor, kulaklarımda uzun uzun
Ellerim bir yerlere yapışıyor, kurtaramıyorum
Ya ayaklarım, o benim zavallı ayaklarım
Öyle şaşkın, öyle kararsız, öyle çaresiz ki[4]
…
O sırada kapı iki kere tıkladı.
Uzaklarda bir mağarada kocaman bir balık, saklandığı yerden çıkıp neşeyle suya daldı.
Karşısındaydı. Görüyordu. Tüm fizyolojik süreçler tıkır tıkır görevini yerine getirmişti. Gözleri görüntüyü havada kapmış, ilgili yerlere yansıtmış, sinir hücreleri bu beklenmedik mesajı kucakladığı gibi etekleri zil çalarak pofur pofur kabartılmış bir yatağa atlarcasına atlamıştı oksipital lobun içine. Kafasının içindeki cümbüş de bu sayede başlamış, görüntü ve anlam eşleşmesi için tüm nöronları coşkuyla sebepler üretmek üzere çalışmaya başlamıştı. Bu iş o kadar uzun sürmüştü, anlam bulmak o kadar zorlamıştı ki basit güzeldir, hiçbir şey bilmiyorsan en iyi bildiğini yap lobu komutayı ele alarak Arzu’nun şaşkın bakışlarıyla hiç de uyumlu olmayan o basit soruyu sordurmuştu,
“Buyrun?”
“Ben karşı komşunuza şu elimde görmüş olduğunuz dosyayı bırakacaktım,”
Elimde görmüş olduğunuz da ne Adem, gerizekalı Adem, Burhan Pazarlama mısın sen…
Arzu artık hiçbir şekilde düşünemediği için sadece komutlarla ilerliyordu ve doğal bir şekilde Adem’in ellerine baktı. Dosya derken tam olarak hangisinin dosya olduğunu ayırt edemedi çünkü karşısındaki o delice esmer ve kemikli parmaklar bir kez daha aklını başından almıştı. Eğer gözle görülebilecek gibi olsaydı, başında çıkan dumanlar tüm Kadıköy’ü sarabilirdi. Başını yeniden Adem Adler’in yüzüne çevirdiğinde, yapabildiği, beyninin yapabildiği tek şey berbat geçen bir sınavdan yetmiş aldığını duyduğu o andaki zevzek gülümsemenin aynısını gerçekleştirmek üzere yüz kaslarına komut verebilmek olmuştu. Arzu’nun bu saçma yüz ifadesinin aynısından bir tane de Adem’in yüzünde belirdi. İkisi de bir süre birbirlerine öylece baktılar. Geçen süre Arzu için tüm verilerin işlenip, doğru bağlantıların gerçekleşmesine yetmişti.
Yüz kasları yeniden toparlandı ve hemen ardından gözleri zaten çok iyi bildiği ben de seni bakışını kuşanarak bu defa zekice gülümsedi,
“Fakat ben karşı komşumu hiç tanımıyorum. Böyle bir emaneti kabul etmem pek doğru olmaz çünkü zaten birkaç güne kadar da Datça’ya gideceğim. Yani göremezsem, siz de zor durumda kalmayın,” deyiverdi.
Her ikisinin de sevinçten etekleri zil çalıyor ama yüzlerindeki usta poker oyuncusu hakimiyeti katiyen kaybolmuyor, tek bir mimik bile içerde olup bitenleri ele vermiyordu.
Adem de aynı kıvraklıkla cevap verdi:
“A, ne tesadüf. Ben de birkaç güne Datça’da olacağım.”
“Ne hoş,” dedi Arzu. Kollarını göğsünde düğüm yaptı ve kendini şaşırtacak bir kedi süzülüşüyle kapının pervazına dayandı, hamle sırası Adem Adler’deydi.
“O halde dosya için komşunuza daha sonra yeniden uğrarım,”
“Evet,” dedi Arzu alt dudağı ile üst dudağını kapatarak. Bir iki başını salladıktan sonra da ekledi, “bence de yeniden uğrayın.”
Serda Kranda Kapucuoğlu-Yaprak Çetinkaya
[1] Edip Cansever, Ben Ruhi Bey Nasılım? şiiri
[2] Lale Mültür, Destina şiiri. Yorum Yeni Türkü
[3] Edip Cansever, Ben Ruhi Bey Nasılım? şiiri
[4] Ümit Yaşar Oğuzcan, Çaresizlik şiiri.
Küçük bir açıklama:
Serda bir gün WhatsApp’tan şöyle yazdı:
“Seninle birlikte Çin Fısıltıları şeklinde bir işe kalkışalım mı?”
Benim bilmediğim bir konuydu, bir de ses kaydı attı:
“İkimiz de birbirimizin ne yazacağını bilmeden -çünkü kendimi de bilmiyoruz ne yazacağımızı-bir metni devam ettireceğiz. Sezgisel olarak birbirimizi kollayacağız ama bir yandan da birbirimize sürprizler ve tuzaklar hazırlayacağız. Bilinç akışı denen şeyin nirvanası bu! Hem eğleneceğiz hem de sonunda bir hikayemiz olacak. Uzun zamandır bu oyunda bana eşlik edecek bir arkadaş arıyordum.”
Ben de o saniye kabul ettim tabii.
İşte şimdi hikayemiz bitti ve sizlerle paylaşmaya karar verdik.
Hem okuyun keyif alın istedik.
Hem de devamına talep var mı görelim dedik.
Bizi tanıyanlar acaba hangi bölümü kim yazdı tahmin edebilir mi onu da merak ediyoruz. Bir yerden sonra biz bile nereyi yazdığımızı unuttuk.
aşkaşk hikayesiaşk öyküsüÇin fısıltısıdatçahikayeistanbulkadıköykadın yazaröykü
Yorum yapmak ister misin?