Yukarı
Genel Röportaj

“İçin sıcak bir çorba gibiyse… ”

Defne Suman, yeni romanı “Kahvaltı Sofrası”nda bir kez daha toplumda bir tabu olan aile sırlarının anlayışla açığa çıkmasının ve dürüstlüğün şifalandırıcı etkisini ortaya koyuyor. Bireysel iyileşmenin topluma olumlu yansımalarına da vurgu yapıyor.

YAPRAK ÇETİNKAYA

İnsan hem sosyolog hem yoga öğretmeni hem psikolojik danışman hem de yazar olunca ortaya çıkan kitaplar hiçbir şeyi dışarıda bırakmıyor. Defne Suman ve kitaplarından bahsediyorum. Son kitabı Kahvaltı Sofrası’nda da aile sırlarına, bireysel çırpınışlara, iç sıkıntılarına, aşka, geçmişe, yitirilenlere ve bireysel farkındalıklara dair yazdı Suman. Bu sefer işin içinde aile dizimi ve yoga da var. Hem de kitabın büyük sırrını aydınlatmaya aracı oluyorlar.

Defne Suman, aile sırlarının hep yitirilenlere dair olduğunu ve alt nesillerin, nedenini bulamadıkları iç sıkıntılarının bu sırlardan kaynaklandığını anlatıyor. Doğru bir rehberle yapılan farkındalık çalışmaları insana bu sırlara ulaşma cesaretini veriyor, düğümler ardı ardına çözülüyor. Ancak altını özenle çizdiği bir şey daha var: Kişisel gelişim sadece çalışmalarla veya kişisel gelişim kitapları ile olmak zorunda değil. İyi edebiyat da sizi iyileştirir.

Son üç kitabında da aile sırlarını konu alıyorsun. Bu konu bireysel olarak neden ilgini çekiyor?

Kanada’da 2012-2015 arasında psikolojik danışmanlık üzerine üç senelik bir yüksek lisans programı tamamladım. Bu eğitim, insanı iyileştirecek olan şeyin ailesine bakmakla, ama üç kuşak, beş kuşak yukarıda neler yaşandığına bakmakla olabileceğini söylüyordu. Aile dizimi olarak bildiğimiz sistemin daha kapsamlısı… Genogram denilen bir sisteme çalışıyorduk. Birçok travmanın kökünde ailenin bilerek ya da bilmeyerek sakladığı, bir kiste dönüştürdüğü meselelerin olduğu öğretildi ve ilk yıl sadece kendi ailemizi araştırmamız istendi. O zamanlar kendi ailemi araştırırken, sır demeyeyim ama o kadar çok bilinmeyen keşfettim ki bu bile başlı başına bir hazdı. Diğer insanların sunumlarını dinlerken de gördüm ki her aile bir sır saklıyor ve her sırdan bir hikaye çıkıyor. Sırsız ve hikayesiz bir aile yok. Tüm sırlar bir hikayeye dönüşüyor. 

Neden gittin bu eğitime, motivasyonun neydi?

O dönemde eşimle aramız kötüydü. Bir arkadaşımız, “Eğitimin sadece ilk senesini yapın. Sizi birbirinize yakınlaştıracak” dedi. Gerçekten çok fark etti. Birbirimize açılmamız, ailelerimizi öğrenmemiz çok fark yarattı. Diyorlar ki, “Bütün yaralarımız ilişki sırasında oluşur. Annemizle, babamızla ilişkimizde oldu ne olduysa… Önem mi verilmedi, sevgi mi verilmedi, şefkat mi verilmedi, kıyaslandınız mı? O ilişkilerde ne yitirdiyseniz, onu yine ancak bir ilişkide kazanabilirsiniz.” 

Aile sırlarını bulmak neler kazandırıyor insana?

Deden, anneannen, onun annesi, ataların neyi yitirmişlerse aslında sen bunu bulmaya çalışıyorsun. Sırların hepsi de yitirilen şeyle ilgili. Toprak olabilir, kimlik olabilir, çocuk olabilir, eş olabilir, akıl sağlığı olabilir, para olabilir. Bu yitirilen parçanın, sen hiç farkında değilken, seni nasıl etkilendiği görüyorsun. Mesela diyorsun ki “Hakkım olanı talep etmekte zorlanıyorum.” Bir sene boyunca da ailendeki herkesle sana verilen sorular üzerinden röportajlar yapıyorsun. Sonra da dört saat boyunca keşfettiklerini anlatıyorsun ve sonunda bağlantı ortaya çıkıyor. 

Sen neler buldun diye sormamda sakınca var mı?

Aile büyüklerimden biri, karısını ve kızlarını dövermiş. Bundan hiç haberim yoktu. O eve öfkeli gelirken kapının önüne dolap koyup kaçarmış evin kadınları. Bunlar bana hiç anlatılmamıştı ve babam da bu ailenin bir parçası. Bunu bilince benim babama bakışım değişti. Babam tabii ki hayatı boyunca bütün kadınların koruyucusu olmak zorunda hissediyordu kendini ve sırtına büyük bir yük biniyordu. Bu benim onu affetmemi kolaylaştırıyor. 

Toplumsal kayıplarımız da hepimizi etkiliyor o zaman.  İkinci romanın Emanet Zaman’da yitirilen bir şehir var mesela.

Emanet Zaman’ı yazmaya başlamıştım ve o sırada bir düşük yaptım. Kazara hamile kaldım ve sürmedi. O düşükle başladı Emanet Zaman. Kitap bir kadının doğum sahnesi ile başlar. Aslında benim kendi kaybımla başlayıp ailenin kaybına doğru gidecekti ama ülkenin kaybına döndü. Kozmopolit İzmir’in şiddetle, yangınla yok oluşuna dönüştü. Geriye bambaşka bir şehir kuruldu. “O kaybı biz bir ulus olarak nasıl yaşıyoruz”u yazdım. Mikrodan makroya geldi. Hikaye hep aynı, yitirilen bir şey var, hakkında konuşulmuyor ve sonrakilere yeni şeyin hikayesi anlatılıyor. 

Ardından gelen “Yaz Sıcağı” da yine ailelerin ve ulusların hikayesini bir arada anlatıyor.

Buna bir girince tabii devamı geliyor. Bu sefer Kıbrıs geldi. Yitiriliş, konuşulmayan, saklanan bir şeyler… Ardından da yeni kitap “Kahvaltı Sofrası” geldi. Esrarını bozmayalım ama yine hiç konuşulmayan bir azınlık kesimi ile ilgili bir konuydu. 

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümü mezunusun. Aynı okulda master da yaptın. Aynı zamanda yoga öğretmenisin. Bireyin gerçeklerle yüzleşmesi toplumu nasıl etkiler sence? 

Tek tek, birer birer, birleşe birleşe… Herkes kendi özgürlüğü için çalışırsa kendi istediği yolda ilerlemenin yolunu açabilirse o zaten bir orman yapacak. Bireysel mutluluğa ulaşmış toplum, sağlıklı bir toplum olacak. Bireysel özgürlüğü ile ilgilenen insan çok az. Herkes başka şeylerle ilgili. Oysa özgün halimiz nedir? Zaten 70-90 yıl, kısacık bir zamanım var. Bu süreyi nasıl değerlendirmek istiyorum. Bunu düşünmek birincil özgürlük. İçimde nedenini bulamadığım bir sıkıntı var. Bu iç sıkıntısını edebiyatçılar zaten hep söyler. İşte bu sıkıntı bize ailemizden geliyor. Oğuz Atay mesela bunu biliyor, babadan geldiğini de biliyor. Ona da onun babasından geliyor. O sıkıtı ile oynamak, bir taraftan oradan sanat yaratmak ama bir taraftan da o sıkıntıyı dönüştürerek özgürleşmek çok güzel. 

Ben bu kitapta, ‘kişi bireysel hikayesinin gerçeğine ulaştığında dışarıda başka bir gerçekliği yaşamaya başlayabilir’ mesajını aldım. 

Çok güzel anlamışsın, teşekkürler, o kadar açık söylememiştim. Kitapta da yoga derslerinde de şunu söylüyorum: İçin sıcak bir çorba kıvamındaysa dışarıya pek saldırmazsın. Dışarısı da sana saldırmaz  ya da saldırdığında onu saldırı olarak algılamazsın. “O adam da kendi yarasını ört bas etmeye çalışıyor” diye düşünürsün. Sen durduğun yerde sağlam duruyorsan ve kendi gerçeğinden eminsen, tepki vermek yerine sadece “Benim gerçeğim bu” diye dile getirirsin.

Bir de suçlamak, sorumluluk almamaktır, kendine o yönde adım atmamak için güzel bir bahane yaratmaktır. “Ben şöyle bir dünyada yaşamak istiyorum ama dünyadaki bütün insanlar buna mani oluyorlar” demek, “Ben de bunu yaratmak için adım atmıyorum” demektir. 

Üç kitapta da belli toplumsal olaylar var. Birçok bireyin hayatını etkilemiş olaylar. Atalarımızla yüzleşmekte sıkıntımız var. Aile hikayelerimize ve toplum tarihimize dürüst bakmak bize nasıl iyi gelir?

Dürüstlük içinde şifa barındırır. Toplum olarak büyük bir yaramız, iki yüzlülük. Bundan kurtulmak için önce kendi içimize bakmalıyız. Ondan sonra aileye… Bu nasıl bir aile, nereden geldi, neler yaşandı, neler saklandı. Dürüstlük bir pratik aslında. Pratik etmek gerek. Her gün dilimizin ucuna, yalan demeyeyim ama bir “maske” geliyor. Bunu söylememek bir pratik. Bunu hepimiz yapmaya başlarsak, neden geçmişe dönüp bir şeyleri örtbas etmek zorunda hissettiğimiz daha iyi anlarız. Dürüstlük pratiğini bir kas gibi her gün uyarmak gerekiyor. Belki o zaman geçmişte olup bitenlerle yüzleşip, “Tamam, bu da böyle oldu” diyebilmek mümkün. Sürekli inkar edip bize öğretildiği gibi muhafaza etmek gayretinden kurtuluruz. 

En çok inkar edenler en çok yüzleşmesi gerekenler mi sence?

En çok sırrı olanlar en çok inkar ediyor diyebiliriz. 

Sırları bilmek yas tutmayı da getiriyor aslında…

Bütün mesele yas tutmak daha doğrusu yas tutamamak… Bir şeyleri yitiriyorsun ama tutulmayan yas öbür kuşaklara geçiyor. Anneannenin ilk çocuğu ölüyor ama bu hiç konuşulmuyor, yası tutulmuyor. O üzüntü aşağı kuşağa “içindeki bir sıkıntı” olarak geçiyor. Yası tutulsaydı bir şekilde kucaklanacaktı. Mesela, “Benim bir oğlum vardı, bir yaşındayken öldü, ben çok üzüldüm, çok ağladım, ondan sonra doğan kızıma da doğru dürüst sevgi veremedim çünkü o sırada çok üzgündüm” dediğin an aslında meseleyi  iyileştirmiş oluyorsun.

Anlatmak iyileştirir mi?

Anlatmak, iki kişinin konuşması, içindeki neyse içinden çıkabilmesi… Edebiyatçıysan yazıyla çıkması mesela…  Bu beni de çok iyileştiriyor. 

Edebiyatın okuyanda da çok iyileştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Çok fazla kişisel gelişim kitabı okunuyor. Orada cevap aranıyor. Orada da yok değil ama asıl cevap iyi edebiyatta. Türk edebiyatında  Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Ayfer Tunç mesela… İnsan ruhunu anlamışlar, insan ruhunun çektiği çileyi biliyorlar. Çıkışı sunmuyorlar ama sen zaten çilenin ortak olduğunu anladığın zaman kendi çıkışını kendin buluyorsun. O yüzden iyi edebiyata yönelmeyi öneriyorum.

Dört roman yazdın. İlk roman ile son roman arasında Defne nasıl dönüştü?

Çok fark var. Yazdıkça çok içsel bir tatmin duyuyorum. Dünyada doğru yerde durduğuma inanıyorum. Bütün arayışımız, şikayetlerimiz, suçlamalarımız doğru yerde olduğumuzu hissetmediğimiz için. Ben yazarken doğru yerde olduğumu hissediyorum.  O nedenle yazmak iyileştirdi ve iyileştirmeyi sürdürüyor. 

Nasıl dönüşler aldın “Kahvaltı Sofrası” ile ilgili?

Çok iyi geri dönüşler aldım. “Bu en iyi roman” diyenler oldu. “Çok hızlı okuduk” diyenler oldu. Bir daha okumalarını söylüyorum. İkinci, üçüncü defa okuyanlar için yazıyorum; o kadar çok detay var ki ince ince dokuduğum. 

Ayrıca yitirilmiş bir zamana da tanıklık etsin istedim kitap. Yitirdiğimiz İstanbul ve yaşamlar var. Unuttuk biz onları. Onlara da biraz dokunmak istedim. 90’lı yıllar. Kendi gençliğimin yılları. Gece hayatları, Boğaziçi Üniversitesi, Cumhuriyet Gazetesi, ilk stajyerlik, ilk aşklar, Taksim barları… Bunlar da artık yok…

Aile hikayeleri ile ilgili dönüşler oldu mu?

Daha yazarken bile oldu. Hikayede olan benzeri vakalar aradım. Ailesini farkıl sanan ama aslında bambaşka bir hikaye öğrenenleri aradım. Çok yakınlarımda çıktı. Babaanne ölürken torunun kulağına söylüyor, kız önce dikkate almıyor, yıllar sonra genetik testlerde ortaya çıkıyor.  “Bizim hikayemizi de yaz” diyenler oldu. 

Yazma disiplinin hep var mıydı?

Vardı. Asker derlerdi bana. Küçükken şunu keşfetmiştim, bir şeyi düzenli yaparsam, küçük saatlere bölersem o şey daha zevkli geliyor. Ödevi bir saat yapacağım ama sonra bir saat bebeklerimle oynayacağım derdim. O bir saat çabuk biterdi. Severim günü parçacıklara bölmeyi. 

BÜYÜKADA DA BİR YİTİRME HİKAYESİ

Roman Büyükada’da geçiyor. Konu ile mekanın bağlantısı nedir?

Büyükada da bir yitirme hikayesi… Ben 1974’te doğdum. O yıl Kıbrıs çıkartması oldu. Rumların çok azı kalmıştı zaten. O kalan bir avuç da benim ne olup bittiğini yavaş yavaş anladığım yaşlara geldiğimde teker teker çekiliyordu. Ben bir çocuk olarak başımı kaldırıp baktığımda sadece onların yokluğunu gördüm. Yeni gitmişlerdi çünkü. O yitiriş içimde yer etti. Beş yaşındayken kitapçı Rum amcamız vardı, yedi yaşındayken artık yoktu. Pastanecimiz gitti, yerine başka bir pastane açıldı. Hayatımdan çıkışları çok hızlı oldu ama tatlı hissi kaldı. O aksan, o koku, o tatlı his… 

Büyükada muhakkak her kitabıma sızardı. Aslında “Emanet Zaman”, bir Büyükada kitabı olacaktı, kendi kendine İzmir’e gitti. Bu sefer bu kitap Büyükada’ya armağan olsun, baştan sona orada geçsin istedim. Orada tarif ettiğim her yeri biliyorum. Bir tek evleri hayal ettim. Hayal ettiğim gibi bir evin planlarını bulduk. Odaların yerlerini işaretledik, tuvaletler koyduk, renovasyonlarını öngördük. Ama geri kalan gerçek ve hepsini ben çok iyi biliyorum.

YOGA, ŞURUBA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ

Kitapta kişisel gelişim yöntemleri var. Aile dizimi ile ilgilenen ağabey ve buna burun kıvıran kız kardeş mesela. Genellikle kadın ilgilenir, erkek burun kıvırır. Bilerek mi böyle yaptın?

Evet, ters çevirmek istedim. Kişisel gelişimle ilgilenen çok sayıda erkek de var. Karı koca gidenler var. Ağabey de karısıyla gidiyor zaten. Onları da öyle hayal ettim. 

“Sözde alay eden” demek istiyorum kız kardeş için çünkü sanki bir tarafı bir şeylerin ortaya çıkmasına can atıyor. Bu yöntemler hakkında sen ne düşünüyorsun? Hangi taraftasın?

İyi bir lider tarafından yönetildiği taktirde elbette destekliyorum. Ancak yoga derslerinin, kişisel gelişim çalışmalarının sorunu iyi lider olmadan herkesin bunu yapabiliyor olduğuna inanması. İngilizce bilmeyenin İngilizce öğretmeye çalışması gibi oldu. Bütün dünyada bu böyle. Türkiye’de de abartmış durumdayız. “Ben de yapayım”, “Sen yaparsın, ne olacak?” gibi. Bunlar insanın derin travmalarına dokunan çalışmalar ve travma çözüldüğü zaman orada, aynı yoldan geçmiş ve “Sana şu an bu oluyor, hiç merak etme güvendesin” diyebilecek birinin olması gerekiyor. Rehber kendi yolunu almadıysa, bazı meselelerini aşmadıysa olumsuz sonuçlar doğuyor. Ayakları yere basacağına insanların kafaları daha da karışıyor. 

Senin kurgunda Fikret ve karısının doğru bir lideri olduğunu ve çözüme katkı sunduklarını görüyoruz.

Sonlara doğru zaten Fikret de katıldıkları çalışmanın köklerini anlatıyor, “Psikodrama yapıyoruz” diyor ve arkadaşı Burak rahatlıyor; köklü bir sistemden bahsediliyor diye… 

Kitaptaki kız kardeş Nur gibi alay edenlere ne diyorsun?

Bir taraftan geleneğe bağlı olmayan, ayağı yere basmayan kişisel gelişim çalışmaları ile alay etmeden duramıyorsun çünkü çok uçuk şeyler söylüyorlar. Akıllar gökyüzünde, ayaklar da gökyüzünde, bu dünya ile baş etmek dertleri var. Bir kaçış bu. Birtakım abstrakt kelimelerle konuşuyorlar. Kitapta da Nur biraz onlarla dalga geçiyor aslında. Ama ağabeyinin öyle bir adam olmadığını biliyor. Zaten ağabeyi için, “Fikret, ciddiyete davet” diyor hep. O ciddi bir adam ve belli ki yaptığı çalışmayı da ciddiye alıyor. Nur bunun farkında ama onunla yüzleşecek gücü yok içinde. Çünkü farkına vardığı anda aynı meseleye onun da bakması lazım. Onların esas meselesi annelerinin ölümü çünkü. Kız, annenin ölüm nedenini kabul etmek istemiyor çünkü kendisi de aynısını yapıyor. 

Yogada durum nedir?

Kişisel gelişim için söylediğimi her şey yoga dünyası için beş katı geçerli. Yoga hocalarının çoğunun donanımı maalesef kötü. Gerçekten yanlış şeyler yapıyorlar.  Fiziken tehlikeli durumlar yaratıyorlar. Enerji tehlikesi yani… Çoğumuz enerjiyi aşağı indirmeyi bilmiyoruz, çökmüyoruz, sandalyede oturuyoruz. Bağdaş kuramıyoruz, sırtımızı dayamadan dik oturamıyoruz. Daha bunlar olmadan birisini ellerin üzerine kaldırmak o insanın bir gün sakatlanmasına neden olur. Bunu bilmeyen bir sürü hoca var. Öğrenciyi hoş tutmaya çalışıyorlar. Öğrenci sıkılmasın, gitmesin, morali bozulmasın diye çırpınıyorlar. Oysa yoganın özünde bu yok. Sert olacaksın. Bana “Çok sertsiniz hocam, öyle demek zorunda mıydınız?” diyorlar bazen. Geleneksel yoga hocalığı sert yerden konuşur, bu öğrenciyi sevmediğin anlamına gelmez. Yoganın şuruba dönüşmesi Amerikan tarzı… Gel canım sana bir şurup içireyim kendini iyi hisset. Oysa yoga zaten bir zihin terbiyesi ve bunun için sert bir öğretmen lazım. 

Pozitif Dergisi 29. sayısında yayınlanmıştır. Şubat 2019



«

»

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir