Yukarı
Blog

Dünyanın merkezi

Kendini artık çok büyümüş zanneden iki kız çocuğuyduk.

Bir yandan artık tek başımıza gezebilir, eğlenebilir, erkek çocuklardan hoşlanabilir ve hatta onlarla çıkabilir, büyüklere ait sohbetleri kendimize ait kılabilir; diğer yandan kumsaldaki bir taşı dünyanın merkezi sanıp günlerce çıkarmaya çalışabilirdik.

Erken büyümek zorunda kalanlardandık ama o günler işte ikisinin tam da arasındaydık; ne çocuk ne büyük.

Bodrum Kumbahçe sahilinde bugün artık yerinde olmayan Baraz Otel’in önünde, kumla denizin birleştiği noktada ıslak kuma gömülü bir taş fark etmiştik.

Taş demek de haksızlık olur, siyah parlak bir kütle.

Ne taş ne kaya… Tıpkı bizim gibi; ne büyük ne çocuk…

Fikir hangimizden çıktı hatırlamıyorum ama o taşı yerinden çıkarmaya giriştik.

O inat ettikçe biz zorladık. Öyle ki günler, saatler harcadık. Bu emeğin bir karşılığı olmalıydı. Olsun diye işte, taşa bir anlam yükledik:

O taş dünyanın merkezi ve kilidiydi.

Ve biz onu yerinden oynatabildiğimizde her şey değişecekti.

Neyin değişmesini bekliyorduk, hiç konuşmadık.

Belki bizi erken büyüten deneyimlerimiz, yaralarımız, alanımıza izinsizce girenler ya da bizimle kalmasını isterken bizden gidenler…

Atalarımızın, anne-babalarımızın, bir sünger gibi emdiğimizi fark etmediğimiz acıları…

Çocukluk neşemizin altında gizli hüzünler…

Temelindeki harcın henüz ıslak olduğu özgüvensizliklerimiz, korkularımız, öz değer eksikliklerimiz…

Hepsi o taşın bırakacağı boşluktan akıp gidecek, biz derin bir “Oh” çekecektik.

Etrafımızda sıcak bir Bodrum yazı akıp giderken,

Tepemizden deniz topları, frizbiler, konuşmalar, kahkahalar uçuşurken,

Günler gecelerin içinde kaybolup hayat yirmi dört saat durmadan akarken,

Büyükler kadehlerine bir duble daha rakı doldurur,

Alaturkadan caza her tür müzik kulağımıza dolarken,

Biz Yonca ile günlerce o taşın etrafını küçük (ve hep küçük kalan) ellerimizle kazdık, kazdık, kazdık.

Ama taş yerinden çıkmadı.

Bir milim bile kıpırdamadı.

Sonra kış geldi sonra tekrar yaz. 

Ve tekrar…

Ve tekrar…

Ve tekrar…

Lodos fırtınaları dövdü taşı, belki de aldı götürdü.

Bilmedik.

Çünkü biz onu unuttuk.

Ta ki dün akşama kadar…

***

Sevgili Burcu ve Oğuz Kömürlü çiftinin liderliğinde on kişi bir araya gelmiştik.  Biraz sohbet ettik ve ardından nefes çalışmasına geçtik.

Yoga matının üzerinde bağlantılı nefesler aldıktan bir süre sonra Burcu’nun yönlendirmeleri duyulmaya başladı. Bir ara “Toprakla bağlantınızı hissedin”e benzer bir şeyler söylüyordu.

Nasıl hissedebilirdim? Toprak neredeydi? Ya da benim toprağım neresiydi?

Zihnim bir an bu sorularla devreye girmişti ki kendimi Bodrum’daki sahilde sırt üstü sıcak kumlara yatarken buldum ya da gördüm ya da öyle hissettim.

“Kum da topraktır sonuçta” dedi zihnim. Sonra yine kaçıverdi geriye çünkü kocaman bir resim belirdi gözümün önünde. 

Regresyona girmiştim.

Yonca ve Yaprak dünyanın merkezi sandıkları taşın etrafında, üzerlerinde bikinileri, denizden ıslak saçları yüzlerine yapışmış, neşeyle bir taşı yerinden sökmeye çalışıyorlardı.

Taş dünyanın merkeziydi ve bütün dertler onun bıraktığı boşluğa akıp gidecekti.

Yer sarsılacaktı, herkes şaşıracaktı, dünya yıkılıp yeniden yaratılacaktı.

Daha güzel bir dünya olacaktı.

“Neden bu anı?” dememle idrakim aynı anda oldu.

Dünyanın merkezi ne o taşın olduğu yer ne de başka bir gizli köşeydi.

Dünyanın kilidi kimsenin elinde değildi.

Merkez de bendim kilit de…

Akıp gitmesini istediğim her şey benim içimden akıp gidecekti.

İçimde yaratabileceğim ve aslında “boşluk” olmayan gönül havuzda yıkanıp arınıp dengelenecekti.

İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, aydınlığın ve karanlığın, adaletin ve adaletsizliğin hakikatini, her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu fark ettiğimde…

İllüzyon benimle son bulacaktı.

Yer sarsılacak, dünya yıkılıp yeniden yaratılacak, daha güzel bir dünya olacaktı.

Şaşıran ise sadece ben olacaktım.

Belki de bu sefer hiç ama hiç şaşırmayacaktım.

Burcu’nun yumuşak konuşması devam ediyordu.

“Değişimlerden korktuğum için

Yaşama ve yaratıcıya güvenmediğim için

Kendime sınırlılığı, hastalığı, yokluğu, sevgisizliği ve yalnız kalma korkusunu yaşattığım için

Olana güvenmediğim için

ÖZÜR DİLERİM”

Aslında ben taşı yerinden oynatalı epey olmuştu, akmıştı nice pislik, gönül havuzumda yıkanıp paklanmıştı.

Ama yol devam ediyordu.

Korkularımı aşmaya, öz değerimi hatırlamaya çalıştığım şu günlerde yine temizlik vardı içimde.

“Kendi önüme engeller koyup sonra da başkalarını suçladığım

Yaratıcılığımı kullanmayı reddederek yaşadığım için

Kendimi sevmeyi ve kendi değerimi bilmeyi unuttuğum için

Kim olduğumu hatırlamadığım için

Kendime söylediğim yalanlar için

ÖZÜR DİLERİM”

Taş biraz daha kıpırdadı yerinden.

Gözümden yaşlar boşanıyordu.

Ah nasıl varlıklardık biz, nasıl bir sistemin içindeydik?

Bir yandan şaşkınlık, bir yandan hüzün, diğer yandan şükür…

Burcu devam ediyordu:

“Artık kalbim açık

Sevginin kalbimde özgürce dolaşmasına izin veriyorum.

Kendimi, insanları ve yaşamı olduğu gibi seviyorum.”

İçimden yazıyordum deli gibi bu satırları, matın üzerinde hala sırt üstü yatarken.

Gözümün önüne Yonca geliyordu. Bunları okurken ağlayacaktı, biliyordum.

Yaralarımız vardı bizim ve büyük hikayelerimiz.  Herkes gibi…

Çok değerliydik ama diğer yandan bir o kadar değerini bilememiş.

Ama güzeldik.

Çok güzel.

Kendi taşlarımızı yerinden oynatacak gücümüz vardı

Hiçbir şey için asla geç değildi.

“Olana güvenmeyi öğrendim

Olanın benim yansımamdan başka bir şey olmadığını öğrendim.

Olana şükretmeyi öğrendim.”

Fotoğraf: Yaprak Çetinkaya/Şubat 2018 Bodrum Kumbahçe

«

»

1 Yorum
  • Ceren Gürses
    6 yıl ago

    Kendi önüme engeller koyup sonra da başkalarını suçladığım

    Sanki bana konuşur gibi yazmışsın ve ne çok konuştuk bu konuda… Hatta iş konusunda renkli kalemlerle yaptığın küçük test geldi aklıma…

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir