Yukarı
Blog

Prekazi, CimBom, babalar ve Diana

Bu bir taraftarlık değil, farkındalık yazısıdır, renk ön yargısına kapılmamanızı umuyorum.

Dikili’deyiz. Yıl 1987, aylardan haziran… 13 yaşıma birkaç ay kalmış. 

Sol bileğimde sarı kırmızı havludan bir bant var. O an bana dünyanın en değerli takısı gibi geliyor. Galatasaray şampiyon olmuş, hem de 14 yıl aradan sonra. Herkes o banda baksın, benim CimBom’lu olduğumu anlasın istiyorum. İstanbul’da sarı-kırmızı ipliğin bile kalmadığı söylenen günler, Dikili de fena değil. Her yerde bayraklar var. 

Ben Galatasaraylıyım ve Galatarasay şampiyon oldu! 

Neden bu takımı tutuyorum? İnsan takımını nasıl seçer, tuttuğu takım şampiyon olunca neden bu kadar yükselir, o renkleri üzerinde taşımaya, tuttuğu takımı cümle aleme göstermeye neden bu kadar istekli olur? 

Bunların hiçbirini düşünecek yaşta değilim. 

Jupp Derwall’in hem Galatasaray’da hem Türkiye’de yeni bir dönem başlattığı günler. Artık bir de Avrupa var. Göğsümüz kalbimize sığmaz haldeyiz. Arşiv yapmaya başlıyorum; gazete kesikleri, posterler, kartpostallar… Bir de tabii hayran olunan en az bir futbolcu olmalı ki resim tamamlansın. Benim kahramanım Yugoslav futbolcu Cevad Prekazi… Şimdiki gibi her yerde izleme, röportajlarını dinleme şansımız yok. Bir sebeple onu çok beğeniyorum ve bunu çevremde herkes biliyor.

Sanırım 1988 yılında, Karşıyaka maçı için İzmir’e geliyorlar. Balçova Jeotermal Tesisleri’nde kalacaklarını öğreniyoruz sınıf arkadaşım Didem ile. Annelerimizden izin alıp o gün okula gitmiyoruz. Teyzemlerin evi tesislere çok yakın, annem bizi oraya kadar götürüyor, kalanını ikimiz yürüyoruz. Görebilecek miyiz, kalabalık mı, bize ilgi gösterilecek mi? Göğsümüz kalbimize sığmaz haldeyiz, yine…

Bu kağıt parçalarını, adisyon sayfalarını nereden bulduk da imzalattık, neden adam gibi kağıt kalem götürmedik, bilmiyorum. 🙂

Otelin kapısında biraz bekliyoruz. İçeride bir arkadaşımızın arkadaşı ve annesi, Prekazi ile masada sohbet ediyor. Hafiften bozuluyoruz. Bize bu ayrıcalığı sağlayacak girişken annelerimiz yok. Neyse ki kapıda bizden başka bekleyen de yok. Sonra futbolcular tek tek çıkmaya başlıyor. Simoviç, Erhan, Tanju, Uğur, Tugay hatırladıklarım… Muhtemelen Cüneyt ve Semih de var. O devrin muhteşem futbolcuları. Hiçbiri bizi kırmıyor, tek tek fotoğraf çektiriyoruz şipşak makinemizle. Otobüs kalkmak üzere… Tam o sırada otelin kapısı açılıyor ve Prekazi dışarı çıkıyor. Siyah güneş gözlükleri, siyah bir takım elbise, bembeyaz bir gömlek, siyah kravat…  O an onda bir farklılık olduğunu hissediyorum. Evet az önce konuştuğumuz tüm futbolcular şortları, tişörtleri ve hatta terlikleri ile binmişlerdi otobüse ama Prekazi takım elbiseli! O sırada farkın sadece bu dış görüntü olduğunu sanıyorum.

Daha ötesini idrak edecek yaşta değilim. 

Fotoğraf çekimi için ortamıza alıyor, iki yanına geçiyoruz. İzmir’de hava yine sıcak, ceketini bir koluna atmış olduğu için diğer kolunu Didem’in omzuna atıyor. Sonra bir an durup ceketi diğer koluna alıyor, boşta kalan elini benim omzuma koyuyor. O farkında bile değil muhtemelen, bense bu duruma tabii ki bir sürü anlam yüklüyorum ama kendi evimize varana kadar arkadaşıma ayıp olmasın diye sesimi çıkarmıyorum. 

Şipşak makinenin azizliğine uğramışız, fotoğraf yarım… Didem’i de izini kaybettiğim ve onayını almadığım için fotoğraftan çıkardım. 1989, İzmir

Konuşup konuşmadığımızı bile hatırlamıyorum, bir teşekkür, bir başarılar dileği belki, otobüse binip gidiyorlar, arkalarından bakakalıyoruz. Didem’le, maça gidebilsek ne harika olurdu diye konuşa konuşa teyzemin evine dönüyoruz çünkü otobüsle stada kadar gidebileceğimiz söyleniyor, kabul etmiyoruz. Evdekiler, kapıdan girer girmez attığımız çığlıklardan bir an kötü bir şey olduğunu sanıp telaşlanıyor, sonra bizim heyecanımızla keyifleniyorlar. 

Prekazi’nin de Galatasaray’ın da yükselişi devam ediyor. İsviçre’nin Neuchatel Xamax takımını 5-0 yeniyoruz. O zamanlar Avrupa maçları gecenin köründe oynanmadığı için okuldayız. Bizim dersimiz beden eğitimi ve rahatız. Bir süre sonra fark ediyoruz ki aslında birçok sınıfta ders işlenmiyor. Üst sınıftan Mesut, elinde cep radyosu ile ikide bir sınıfının penceresinden sarkıp, “Goool” diye bağırıyor. Yıllar sonra Mesut’a bu anıyı hatırlattığımda benim bunu hatırlıyor olmama epeyce şaşırıyor oysa ben sanki arasam Youtube’da o günün, o bahçenin videosunu bile bulacağım… 

Güzel günler, güzel maçlar, güzel goller devam ediyor. Monaco maçında Prekazi’nin o harika frikik golü geliyor. Ağlamak istiyoruz, ağlıyoruz da… 

Gel zaman git zaman, nice maçlar kazanılıyor, nice maçlar kaybediliyor, nice futbolcular gelip gidiyor. Fanatizmin sınırlarından dönüyoruz, yeri geliyor yaşanan çirkinliklerden futbola küsüyoruz. 

Bu süreçte fark etmeye başlıyorum ki Galatasaray bizim ailede iletişim şekli olmuş. Dedem Cemil Gökçen Galatasaray Lisesi mezunu ancak henüz babam sekiz yaşındayken vefat etmiş. Zaman içinde babamın, babası ile ilişkisini, Galatasaray sevgisi üzerinden sürdürdüğünü düşünmeye başlıyorum. Futbola her açıdan, entelektüel seviyede hâkim olsa da Galatasaraylılık onda başka bir hal yaratıyor. Her ne kadar çok küçük yaştan itibaren babamla ayrı şehirlerde yaşasak da aktarım kaçınılmaz olarak bana da geçiyor. Babamla sevgi bağımı Galatasaray üzerinden yaşıyorum. Annem tekrar evleniyor, cici babam da Galatasaraylı. Birbirlerini her zaman seven, sayan iki babam var ve babam tüm olumlu özelliklerinin yanı sıra cici babam için şöyle de diyor: “Üstelik bir de Galatasaraylı…”

Gel zaman git zaman, yaklaşık 28 yıl önce babam Hamburg’a taşınıyor. Sadece kızları, torunları değil, ülkesi ile de bağı Galatasaray üzerinden sürüyor kanımca. Haberleşmek mi istiyoruz, Galatasaray’dan bahsediyoruz, keyfimiz mi yerinde, nostaljik bir Galatasaray anısı paylaşıyoruz, sarı kırmızı kalp emojiler bile birçok cümlenin yerine geçiyor, formamız mı var sırtına babamızın soyadını yazdırıyoruz, numarası da tabii ki 8. (Bunu ben yaptım :)) O sırada 12 yaşında olan kızım yapıştırıyor lafı: “Babanı etkilemek için mi kızlık soyadını yazdırdın?”

İşte tüm bunları aile tarihi akışında izledikçe, diğer yandan insanın kendi öz değerini, aidiyet duygusunu mal mülk, mevki, para, eş, çocuk, tuttuğu takım vb. şekillerde yükseltmeye çalıştığını fark ettikçe futbolun da Galatasaray’ın da anlamı değişmeye başlıyor bende. Bu, gayet otomatik, değiştirilmez görülen taraftarlığın altında hangi takımı tutuyor olursa olsun her taraftar için farklı anlamlar olduğunu idrak ettikçe, bir galibiyete, bir şampiyonluğa duyulan isteğin, sevincin, elde edilemeyince yaşanan hüsranın altındaki katmanlar daha çok ilgimi çekiyor. 

Prekazi’ye dönersek… O da kısa süre içinde gidiyor. Futbol bu, siyasetten kirli belki de bazen. Taraftar desen bazen çok nankör… Ben de büyüyorum, genç kız hayranlığım geçiyor ama bir duygu var ki içimde, onu hep hatırlıyorum.

Neredeyse 30 yıl sonra Onur Bayrakçeken bir kitap yazıyor: Prekazi-Vurdu Gol Oldu (Mylos Yayınları)  

Kitabın daha birinci sayfasında, Prekazi ile Belgad’da buluştukları ilk anı şöyle anlatıyor:

“Hani bazı insanlar vardır, önünüzden geçtiler mi mevsim değişir; kuşlar susar, şehir susar, sanki dünya bile durup bir anlığına onu seyreder. Cevad Prekazi arabasından inip buluşacağımız kafeye yürürken başıma gelen buydu. Hayır, ona ulaşması hiç zor değil. Hayır, fildişi kulelerde yaşamıyor. Sadece özel bir insan Cevad Prekazi. Etrafında sihirli haleler var; dünyanın sıkıcılığından uzak bir adam.”

İlk cümlede ukala bir editör gözüyle, “Ne klişe sözler…” diye düşünmeme ramak kala, aslında tam olarak 14 yaşında hissettiklerimden bahsettiğini anlıyorum. 

Maçlara giderken Dale Carnegie (kişisel gelişimin babasıdır) okuyan, herkes şamata yaparken odasına çekilip kitaplara ya da müziğe gömülen, ülkesinde savaş başladığında en sevdiği futboldan bile vazgeçip sadece orada olabilmek için dönen, bugün genç futbolcular yetiştirirken hep “Okuyun okuyun okuyun” diyen, daha büyük kulüplerde oynayamadım diye hiç hayıflanmayan, “keşke”leri olmayan, huysuz diye nitelendirenler olsa da ne istediğini bilen, önce kendine sonra mesleğine çok saygılı, bildiği yoldan dönmeyen, yıllar sonra küçücük bir kulüpte oynarken dahi disiplinden asla taviz vermeyen, sosyalist ve 42 yıllık karısına ilk günkü gibi aşık bir futbolcu… 

Benim bu yaşta hala ulaşmaya çalıştığım hali sanki doğuştan edinmiş bir insan. 

Bana, aslında çok çok önce, “Bende varsa sende de var” diyen bir ayna…

Kitabı okurken bir yandan da Lady Diana’yı düşünüyorum. Ne alaka diyeceksiniz. Kocamın hayran olduğu isim de oydu çünkü. Tanıştığımızda öğrenmiştim bunu, bütün iş yeri biliyordu zaten. Eşyaları arasında fotoğrafı vardı, aynı eve taşındığımızda görmüştüm. O mahzun bakışları ile güzel bir fotoğrafı… Yıllar sonra bir gün bir sahaf etkinliğinde Lady Diana’nın fotoğraflarından oluşan dev bir albümü ona hediye alıyorum. O sıralarda evimizde misafir olan Ömer amcam da bu hediyeye oldukça şaşırıp, “Vallahi tebrik ederim. Her kadın bunu yapmaz çünkü kıskanır” diyor. Aslında kıskanma potansiyelim var, neyi kast ettiğini biliyorum ama Diana’yı kıskanmak aklımın ucundan bile geçmemiş. Neden? 

Sanırım ben kocamın, Diana’da neye hayran olduğunu hissettiğim için kıskanmıyorum. Çünkü ben de kocama aynı nedenle hayranım; kocaman, tertemiz, şefkat dolu bir kalp, o şefkatin yansıdığı derin bakışlı güzel gözler.

Diana da onun, “Bende varsa sende de var” diyen aynası. Bunu, o zamanlar farkında olmasam da en başından beri biliyorum, o nedenle de kıskanmıyorum. Kendisi ise, bana sorarsanız, hala farkında değil. 

En sevdiğimiz yemekler, en duygulandığımız müzikler, en beğendiğimiz kitaplar, durup dururken aklımıza gelen çocukluk anıları, bazı kelimeler, tuttuğumuz takım, takım tutmayışlarımız gibi hayatın bize yazdığı nice mektuptan birinin de çocukluktan itibaren gerçek anlamda hayranlık duyduğumuz insanlar olduğunu idrak ediyorum. Sadece yakışıklı, güzel, seksi diye değil, daha derin bir hayranlık bahsettiğim… Onlarda gördüğümüz bir şey var, aslında bizde de olan, ama henüz keşfetmediğimiz. Peki nasıl keşfedeceğiz ve ne zaman?

Hayran olma halinden çıkıp, kendimizi de o değerde görmeye cesaret ettiğimiz zaman sanırım.

Tüm Avrupa’nın hayretle izlediği o frikik golü için Prekazi’nin dediği gibi:

“Ne zaman güveniyorsun kendine, olur.”

«

»

1 Yorum
  • Canan Baskın
    3 yıl ago

    Ne kadar güzel ve içten yazılmış çok beğendim yüreğinize sağlık ?

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir