Beyhan kapıyı çarpıp çıktı ve yıllardır yaşadığı evden bir daha dönmemecesine uzaklaştı. Babasının, annesine yıllardır uyguladığı şiddet ve annesinin buna boyun eğişine daha fazla dayanamayacaktı. Bedeli ne olursa olsun bir daha dönmemeye kararlıydı. Sert adımlarının eşliğinde “Neden onların kızıyım ben? Ben bunu hak edecek ne yaptım?” diye söyleniyordu. Onu tam aksi yönde yürüyen Necdet bey, ağabeyinin evinden dönüyordu. Gözü Beyhan’a takıldı, “Benim gibi mutsuz biri işte” diye düşündü. Babalarından kalan üç kuruşluk miras için aylardır bir anlaşmaya varamamışlar ve yine tartışmışlardı. Necdet bey hayat boyu huzursuz bir ilişkileri olan adamın neden onu ağabeyi olduğunu bir kez daha sorguluyordu evine dönerken.
Şehre akşam inmek üzereydi. Necdet bey içeri girerken apartmanın kapısında, üçüncü katta oturan Dilek ile karşılaştı. Dilek en enerjik ve neşeli hali ile selamladı onu yine. Ne kadar neşeli kızdı şu Dilek. Hayatta hiç derdi yok muydu acaba? Dilek koşar adım yürümeye başladı sokakta. Biraz ileriden büyük aşkı Hikmet geliyordu. Onun boynuna öyle bir sarılacaktı ki, onu öyle özlemişti ki… Ruh eşini bulduğundan çok emindi artık, evlenmek için en doğru isimdi Hikmet. Dilek yıllar sonra “Neden karşıma o çıktı, neden ona aşık oldum ve bunları yaşadım?” diye gözyaşı dökeceğinden habersiz sarıldı boynuna Hikmet’in.
Leyla camdan bakıyordu. Onların aşk dolu sarılmalarını gördü. Ne güzeldi yeni başlayan bir aşk… Onlar da bir zamanlar böyle elle tutulur bir aşk yaşamışlardı. Yıllar geçmiş, o yoğun duygular yerini huzurlu bir sevgiye, uyuma, dinginliğe bırakmıştı. Yerinden kıpırdamadan salona doğru döndü, masada saat tamir etmeye çalışan kocasına baktı. Muhtemelen tamir edemeyecekti ama çaba gösteriyordu. İçi kabarıverdi bir an, kim bilir kaçıncı kez, “Allah’ım onu benim karşıma çıkardığın için binlerce kez teşekkür ederim sana” dedi sessizce.
Leyla’nın kocası Hasan bir yandan saati tamir ediyor, diğer yandan ablası Meral’i düşünüyordu. Akşam saatlerinde hep aklına ablası geliyor ve içi sıkışıyordu. Meral birkaç yıl önce tek oğlunu şehit vermişti. Eşi ile zaten yıllar önce ayrılmışlardı ve adamın hayatta olup olmadığından bile kimsenin haberi yoktu. Oğlu da gidince Meral yapayalnız kalakalmıştı dünyanın ortasında. Daima hüzünlü bir bakış ile neredeyse hareketsiz yaşıyordu. Hasan, “Neden benim ablam? Neden onun kocası gitti, neden onun çocuğu öldü? O melek gibi insan bunları hak edecek ne yaptı?” diye düşünüp bazen adeta isyan ediyordu. Meral’in ise isyan etmeye bile gücü yoktu.
Hasan dayanamadı, “Ben bir ablama uğrayıp geliyorum” diye dışarı çıktı, arka sokaktaki ablasının evine doğru yürümeye başladı. Tam köşeyi dönerken ona sertçe çarpan Buğra, özür dahi dilemeden yoluna devam etti. Hasan kızdı aslında ona ama Buğra o kadar öfkeliydi ki bir şey söylemeye cesaret edemedi. Buğra hızlı hızlı yürümeye devam etti; uğradığı haksızlığın öfkesini bedeninden atmaya çalışıyordu. O gözünden sakındığı, bakmaya kıyamadığı kız arkadaşı hamile kalmıştı. Evet gençlerdi, evet evlenmek tüm hayatlarını değiştirebilirdi ama minicik bir can büyüyordu orada. Onu yaşatmaya ant içmişti ve şimdi öğreniyordu ki o can artık yoktu. Bir doktor muayenehanesinde birkaç saat içinde her şey bitmişti. Bu gidişin vebalini kim ödeyecekti? Bu vicdan azabını nasıl atlatacaktı? Acaba bebeği hiç bilebilecek miydi babasının onu istediğini ama kurtaramadığını? Gözyaşlarını daha fazla tutamadı ve sokaklarda ağlamamak için taksiye el kaldırdı.
Bütün gün vahşi bir trafiğin içinde direksiyon sallamış olan Ali durdu önünde. Hiç konuşmadan gittiler bir süre. Ali müşterisinin ağladığını anlamış, nereye gideceklerini bile sormaya çekinmişti. Hoş zaten trafik de müsaade etmiyordu gitmeye. İlerideki dört yol ağzında sağdaki sokaktan çıkan şoför yol vermedi diye Ali’ye avaz avaz hakaret etmeye başladı. Çok yorulmuştu artık bu işten. Her gün onlarca hasta zihinli insandan hayatında duymadığı küfürlerini duymaktan çok yorulmuştu. Artık sinirlenmiyordu bile ama üzülüyordu. “Neden bu ülkede doğdum? Neden bu ülkede bu işi yapmak zorunda kaldım? Ben bunu hak edecek ne yaptım?” dedi kim bilir kaçıncı kez. Buğra inmek istediğini söylüyordu, parayı uzattı, üstünü almak istemedi ve indi. Ali birkaç lira fazla para almanın anlık sevinci ile unuttu düşündüklerini ama bugün ve her gün tekrar tekrar soracaktı, “Ben neden bu ülkede doğdum?” diye. O sırada yeşil ışık yandı ve arkasındakiler kornalarına asılmaya başladılar.
Melis dışarıdaki korna seslerinin artık kesilmesi için dua ederek uzandı kanepeye. Son bir aya girmişlerdi, çok yakında minik kızını kucağına alacaktı. Çok istemişti onu, bilerek hamile kalmıştı. Kız çocuk isteğini duymuş gibi gelmişti bebeği, içine konuvermişti. Sekiz ay çok güzel geçmiş, hiçbir sağlık sorunu yaşamamışlardı. Ama dışarıdaki dünya öyle değildi. Ülke gün geçtikçe daha yaşanmaz bir hale geliyordu. Ayrımcılık had safhaya ulaşmış, terör tekrar o korkunç yüzünü göstermeye başlamış, kardeş kardeşi vurur olmuştu. Karnındaki bu minik can, bir mucize gibi günbegün büyüyen bu güzel varlık bu ülkeye mi gelecekti şimdi? Hakkı var mıydı savunmasız bir yavruyu bu karmaşaya getirmeye? Bencillik mi etmişlerdi yoksa bebeğimiz olsun diyerek? Belki de onlar istemese de gelmek isteyen geliyordu, kim bilir? O sırada kapı çaldı. Emre’ydi mutlaka. Yavaş adımlarla gitti kapıya, açtı. Karşısında annesi, babası ve doktor kuzeni duruyordu. Yüzlerine bakınca haberlerin hayırlı olmadığını anladı. İlk aklına gelenin gerçek olmamasını dileyerek kapının yanındaki tabureye oturdu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı. Uzaktan gelen sesler duydu; “kaza, Emre, kurtaramamışlar…” Neden Emre? Neden ben? Neden benim bebeğim? Bağırdı, hiçbir işe yaramayacağını bile bile bağırdı.
Aynur önünden geçtiği apartmanın içinden gelen çığlıkları duydu. İçi titredi bir an. Uzaktan ambulans sesi geliyordu. Burada birinin canı fena halde yanıyordu anlaşılan. “Ne olmuş?” merakını yenerek hızla uzaklaştı oradan, hedefine doğru yürümeye başladı. Bir süredir anne-babasını ziyaret edememişti. Onların ne zaman düşünse içi titrerdi Aynur’un. Hayatı boyunca her zaman “İyi ki onlar var” dediği can parçaları… Hem birbirlerine büyük bir sevgi ile bağlıydılar hem de Aynur için bu dünyada yapamayacakları hiçbir şey yoktu. İki öğretmen, ne yapmışlar ne etmişler onu en güzel okullarda okutmuş, yurt dışında okumak istediğini öğrenince hiç itiraz etmeden destek olmaya çalışmışlardı. Güveniyorlardı Aynur’a ve o da bu güveni hiç boşa çıkarmamıştı. İyi okumuş, iyi arkadaşlar edinmişti. Uzun zamandır kendi evine çıkmış olsa da haftanın bir iki gününü onların evinde geçirmeyi hiç ihmal etmemişti. Şimdi emekli olmuş bu iki güzel insan olmasa bu hayatı yaşayabilir miydi hiç? Kendini her zaman güvende, güzel ve başarılı hissedebilir miydi? Kapı zilini çalarken bir kez daha şükretti haline. Ambulans sesi iyice yaklaşmıştı, “Allah yardımcıları olsun her ne oluyorsa” dedi. Apartman kapısı açıldı, merdivenleri hızlı hızlı çıkmaya başladı canının iki parçasına doya doya sarılmak için…
Tüm bunlar 15 dakika içinde oldu. Bu insanlar 15 dakika içinde birbirlerinin hayatlarından geçtiler. Bu insanlar o karşılaşmalara kadar da uzun yıllar yaşadılar bu dünyada ve bu topraklarda… Bazen çok mutlu oldular bazen çok üzüldüler. Bazen şanssızlıklar yaşadılar bazen büyük şanslar! Bazen şükrettiler bazen isyan…
Tüm bunlar tesadüf müydü? Çok sevdikleri annelerini, kızdıkları babalarını, erken ölen kocalarını, evi terk eden evlatlarını, güvenlerine ihanet eden sevgililerini şans eseri mi seçmişlerdi? Şans niye onları birbirleri ile eşleştirmişti?
Peki senin hikayen ne?
O 15 dakikada sen neredeydin acaba?
Sözde tesadüfler bugün seni nereye getirdi?
Peki ya bunlar tesadüf değilse?
Ya hepsini seç seçtiysen?
Bugün belki de isyan ettiğin bu seçimlerinin ya çok geçerli sebepleri varsa?
Sen bu seçimleri ya bambaşka bir yerde, bambaşka zamanda ve bambaşka bir halde yaptıysan?
Sahi, senin hikayeni kim yazdı?
***Bu yazı Ebru Demirhan’ın “Yaşamın Gizli Sözleşmesi” adlı kitabının Önsözü için yazılmıştır. Kendi hikayelerinizin arkasındaki hikayeleri kavramak için kitabı okumanızı tavsiye ederim. 🙂
Ebru Demirhankeşişmesenin hikayeni kim yazdıyaşamın gizli sözleşmesi
1 Yorum
Omer Gokcen
6 yıl ago
Bircok eski felsefi sozu, duayi icine alan cok guzel bir yazi. Denirki tanrim hayatta degistirebilecegim seyleri gormemi sagla ve degistiremiyecegim seyleri kabul etmek icinde guc ver! Hepimize hayatimiz boyunca iyi ve de kotu seyler olacaktir bu kacinilmaz ve bircogu bizim gucumuzun disindadir olmasini sagliyamayiz ya da onleyemeyiz . Asil onemli olan bu olaylar karsisindaki davranisimiz, hayal kirikligi ile yikilacakmiyiz yoksa tekrar yerden kalkip ustunu silkeleyip bir dahami deniyecegiz, sevdigimizi kaybetmenin uzuntusunun agirligi altinda ezilecekmiyiz yoksa onlarla yasadigimiz guzel anilarla kalbimizin yarasini sarip hayata devam mi edecegiz, icinde bulundugumuz durumda sadece sikayet etmekle mi yetinecegiz yoksa cozum icin cabami sarfedecegiz gibi bir cok tanim yapilabilir. Hayati yoneltmeye gucumuz yok, yoneltmek icin secimler yapiyoruz ama bazen o secimler bizi dahada kotuye goturebiliyor. Dolayisiyla Zen felsefesinden bir ornek burada en uygun oneri olabilir, neredeysen oradasin!! Etrafina bakip sikayet etmek yerine icinde bulundugun ortamin guzelliklerini gormeye calismanin tarifi bu. Her ortamin mutlaka guzel bir yonu vardir bunu gorebilmek asil mesele. Ancak gormeyi sagliyan ic huzurdur icinde firtinalar esen biri etrafina alici gozle bakamaz. Ic huzuru saglayan en buyuk etkende kisinin kendini affetmesi ve yanlislarina iskaladiklarina yapitigi secimlere daha gercekci bakip nedenlerini anlayamaya calismak ve bilseydin ya da farkinda olsaydin yapmazdin gercegini icine sindirmektir. Kaybettiklerimize ise hayatin getirdigi bir acimazsizlik haksizlik sansizlik kaderin laneti olarak bakabiliriz. Evet, hic birimiz sevdiklerimizi kaybetmeyi istemeyiz ama bunu onliyemeyiz de. Eskilerin deyimi ile tevekkulle karsilayip hayata devam etmekten baska care yok cunki. herseye ragmen hayat devam ediyor taa ki birgun bizde kaybedilen olana kadar. Guzel yazinizin bilincimde yarattigi nacizane dusuncelerim efendim:)))