Yukarı
Blog

Sıcak sarı ışık

Bu öykü, Zihin Haritaları yöntemi kullanılarak yazılmıştır. Konunun detaylarını öykünün sonunda bulabilirsiniz.

Soğuk bir yaz akşamıydı. 

Yazar ilk cümlede hata yapmış diye düşünen uyanıklardansanız uyarayım, bizim oraların yazları soğuktur. Serin demiyorum, soğuk. Öyle bir memleket… Ve o soğukluk öyle işlemiştir ki içimize, ilişkilerimize, ısınmak için hikayeler ararız. Ben de böyle bir hikayeyi bir akşam vakti pencereden dışarıyı gözetlerken yakaladım. 

Gözetlemeyi severim. Sokağı seyretmek falan değildir benimki. Bildiğiniz gözetlerim. Kim ne yapıyor, nereye gidiyor, nereden geliyor, bizim sokakta kiminle selamlaştı; bunların hepsi müthiş ilgimi çeker. Topladığım bilgileri biraz sosyalleşmek, oksitosin salgılamak için başkaları ile paylaştığımı da sanmayın. Hepsi içimdeki bilgi havuzuna akar, yarın öbür gün bir hikayede rol bulurlar kendilerine. En azından böyle olmasını umarım. 

Neyse lafı uzatmayayım. O akşam yine pencerenin önündeki sedirde, ayaklarımı altıma toplamış, bir yandan çayımı yudumlayıp bir yandan da sokağı gözetlerken tam karşımdaki evin bahçe kapısı açıldı. Bu saatlerde pek açılmaz hatta neredeyse hiç açılmaz o kapı. Anneanne oturur orada. Torunu var diye anneanne derler ona ama ben ne bir evlat ne bir torun gördüm bugüne kadar. Ben görmediysem kim görmüş olabilir, onu da bilmiyorum. Anneanne elindeki poşeti adeta saklanarak çöp kutusuna kadar hızlı hızlı götürdü ve yine aynı hızla kapısını kapatıp görünmez oldu. İşte beklediğim an! Buradan bana bir hikaye çıkacağını biliyordum, bugüne kadar hislerimde yanıldığım olmamıştı. Yan komşunun kızının bir değil iki nişanlısı olduğunu, üst komşusunun ise her gün o evde yokken aşağıya halı silkelediğini ve ikisinin bir başka gün saygısız ve pasaklı komşular üzerine nasıl da güzel sohbet ettiklerini nereden biliyorum sanıyorsunuz. İnsanları böyle böyle tanıyor, karakterlerimi yaratıyordum.

Takip eden günlerde anneannenin garip davranışları artarak devam etti. Tek başına yaşadığı ve zaten bir deri bir kemik olduğu için pek yemek yemediğini ve alışveriş yapmadığını tahmin ettiğim anneanne, neredeyse her gün çarşıya çıkar oldu. Elinde kimi gıda kimi ev eşyası ile dolu olduğunu sandığım torbalarla evine giriyor, ertesi gün, bazen de birkaç gün sonra tekrar aynı gizemli alışverişlerini sürdürüyordu. Ciğerin kokusunu almış bir kediydim ben artık, anneannenin peşine takılmadan duramayacaktım. Beni tanıyordu, çok belirgin şekilde takip edemezdim onu. İlişkimiz kırk yılda bir selamlaşmaktan ibaret olsa da kendimi açık etmeye hiç niyetim yoktu. Bir cuma sabahı erkenden kalktım, kahvaltımı ettim, giyindim ve anneannenin evden çıkış anını kollamaya başladım. Vakit öğlene yaklaşırken sedirde iki büklüm oturmaktan, cama doğru eğilip durmaktan vücudum isyan etmek üzereyken açıldı kapısı. Hemen koşup ayakkabılarımı giydim. Neredeyse 30 saniyede bir kat aşağıda, minyatür apartmanımızın önünde buldum kendimi. Fazla mı gürültü yapmıştım, heyecanımı mı belli etmiştim bilmiyorum, başını kaldırıp bana baktı. Hafifçe başımı eğip gülümsedim. Benden daha kaçamak bir şekilde cevap verdi selamıma ve kararlı adımlarla çarşıya doğru yürümeye başladı. 

Anahtarımı yanıma almış mıyım, çantamda her şey tamam mı gibisinden gözlerim çantamın içinde oyalandım biraz. Sonra biraz hava almak benim de hakkım havalarında yürümeye başladım. Kendime şaşırıyordum, otuz beş yaşıma gelmişim, yaşlı bir kadıncağızın peşine bir dedektif edasıyla ciddi ciddi takılmamın nedeni neydi? Yaptığımı bir yandan aptalca buluyor, diğer yandan büyük bir heyecan duyuyordum. Küçükken de artık hiçbiri hayatımda olmayan kız arkadaşlarımla mahalledeki gizemleri çözme amaçlı bir çete kurmuştuk da çözebildiğimiz tek gizem çarşıdaki kurukahvecinin çırağının kasadan para arakladığını bulmak olmuştu. Sonra da çocuğa acıyıp kimseye bir şey söyleyememiş, gizemimizle baş başa kalakalmıştık. 

Anneanne ondan beklenmeyecek şekilde hızlı yürüyordu. Kasabanın tek çarşısı olan, dükkanların karşılıklı sıralandığı caddeye geldiğimizde şöyle bir etrafına bakındı ve orada olduğunu bile fark etmediğim kedi köpek dükkanına girdi. Cicibici Petshop! Bizim buralarda kediler sokakta bakılır, köpekler çiftliklerde büyütülür, evlere hayvan sokulmazdı. Ne zaman açılmıştı bu dükkan, müşterileri kimlerdi? Kendimden utandım. Sokağımla sınırlı gözlemciliğim beni nelerden mahrum bırakmıştı böyle. Ne hikayeleri kaçırıyordum kim bilir. Daha çok dışarı çıkmalıydım. Hayatımdaki bu hatayı kim bilir kaçınca kez fark etmek ısrarla hala şaşırtıcıydı ama anneannenin bu dükkanda olması kadar değil. Bu kadın hakkında çok iyi bildiğim bir şey varsa kedilerden nefret ettiğiydi. Ne çocuğunu ne torununu görmüştüm ama onun kedileri sert bağırışlarla, hatta bir keresinde tekmelerle kovaladığını bu gözler unutamazdı! Hayırdır inşallah… Bu kadın Facebook kullanmaya başlamış da oradaki kedi videolarını izlemekten yumuşamış mıydı acaba? Kendi esprime kendim güldüm. Anneanneyi bilgisayar başında, dünyanın en güzel kedisi fotoğrafının altına, tuşlara tek parmağı ile ve ağır ağır basarak, “Ah güzelliğe bak! Bebeğimmmmm, keşke benim olsan” yazarken düşünmek eğlenceliydi. Ben böyle kendi kendimi eylerken anneanne dükkandan çıkıverdi ve günün ikinci mecburi selamlaşması gerçekleşti. Beni, dükkanın biraz açığında dikilmiş, yüzümde hafif bir tebessümle görünce onun yüzü tam tersine sertleşti. Bana gözleri ile “Sana ne!” dedi. Buna yemin edebilirim. 

Neyse ki o sırada ilkokul arkadaşım Sulu Fuat, “Kız Selda, ne işin var burada, sen evden çıkar mıydın?” diye sahneye dalıverdi de anneanne ile aramızdaki o gergin bakışma bıçak gibi kesildi. Fuat’a cevap vermeye çalışırken anneannenin elindeki poşete bakmayı da ihmal etmedim tabii. 

Kedi maması mıydı o?

O günkü dedektiflik çalışmam, Fuat’ın uzayan, adı üstünde sulu sohbeti ve anneannenin atağa geçip izini kaybettirmesi ile sona erdi gibi gözükse de benim için yeni başlıyordu. Bugüne kadar yazdıkları ile bir lokmacık başarı bile elde edememiş olan ve külüstür bir masanın başında günlerce ne yazsam diye bekleyen ben, hazır hikaye kokusu almışken bu işin peşini bırakmayacaktım tabii. Biraz delilik de var… Konu komşu daha ağır tabirler kullanabilir hakkımda ama ben kendimi zararsız deli olarak görüyorum. İçimde başka dünyalar var evet, onları yazmak istiyorum ama tam olmuyor evet ve başka insanların hayatlarına biraz takıntılı olabilirim evet. Bunların hepsi benim yaratıcı yanımdan geliyor. Bu kadar. Onlar deli der, siz veli deyin, ne olmuş yani. 

Sonraki birkaç gün sakin geçti. Kadıncağız artık benden mi huylandı yoksa çarşı pazarda ihtiyacı mı kalmadı bilmiyorum, çıkmaz oldu dışarı. Ama yine de bir farklılık vardı o kapının ardında. Adeta kokusunu alıyordum, ışığını görüyordum. Kokuyu mecazi anlamda söyledim ama ışık konusunda gayet gerçekçiyim. Anneannenin evinin -ki iki katlı ama minicik bir evdi- üst katında sıcak bir ışık görmeye başladım. Kendisinin üst katı pek kullanmadığını tahmin ediyordum. Soğuk, donuk pencereler görürdüm ne zaman gözümü yukarı doğru kaydırsam. Birkaç gündür ise evin adeta bağrından sıcak bir ışık çıkmaya başlamıştı. Evin planına hakim değildim ama sanki üst katın ortasında bir hol vardı ve orada sarı bir ampul yanıyordu. Yıllardır buz gibi duran camlardan dışarı sızan bu sıcacık ışık sanki bende de bir yerleri aydınlatıyordu. 

Artık bu ışığın buz kırıcı etkisinden mi, o günlerde aklıma gelen yeni bir öykü fikrinin oyalanmasından mı bilemiyorum, anneanneyi birkaç gün rahat bıraktım. O benden bilgi saklayan karanlık kadın, ben onun peşindeki zehir hafiye rollerini unuttum bile diyebilirim.  Ama bu hal sadece, anneanne adeta benim merakımı deşmek için bir kez daha harekete geçene kadar sürdü. O sabah evinin önüne bir kamyon yanaştı, içinden tek kişilik küçük bir karyola ile şilte indirildi ve eve sokuldu, içeride dolanan gölgelerden anladığım kadarı ile üst kata yerleştirildi. Nakliyeciler işlerini bitirip gitmenin telaşı ile hızlı hızlı hareket ederken anneannenin onların başında, pür dikkat beyaz karyolayı kollayışını seyrettim. Bir insan bu yaştan sonra neden yeni yatak alır ki kendine? Hadi yeni şilte alırsın, şekli şemali bozulmuştur, sırtını ağrıtıyordur falan da yeni karyola neden? Hem yenisini aldıysa eskisi neden hazır nakliyeciler gelmişken yollanmıyordu? “Evladım, gelmişken şu eksisini de atıverin bir yere, ben nasıl hallederim” demesi gerekmez miydi? Kendimi tekrar yaşlı kadının hikayesine kaptırmış halde sedirin üzerinde buldum ve aklıma bir anda çok mantılı bir şey geldi: Neden doğrudan kendisine, “Hayırdır, bugünlerde çok hareketlisiniz, eşyaları yenilemeye mi karar verdiniz, kedi mi besliyorsunuz?” falan diye sormuyordum. Pek tanımadığım biriyle iletişim kurmak benim için de kolay değildi ama yapabilirim duygusu gelmişti bir kere. Yine şans eseri karşılaşmış gibi yapar, hal hatır sorar, lafı oralara bir yere elbet getirirdim. Geldiği kadar… Bir ipin ucunu yakalayacağımdan emindim. Kadın, “Kızım sana ne?” derse ne diyecektim peki? 

“Affedersiniz, haklısınız, benimki de yalnızlıktan merak işte” der kendimi acındırırdım, olur biterdi. Yalan da değil hani. Bildiğiniz yalnızdım. Tıpkı onun gibi…. Mahallenin yalnız yaşayan iki kadını. Biri yaşlı biri genç… Birinin çocuğu ve torunu var, diğerinin hiç akrabası kalmamış. Ama dışarıdan bakınca ikisi de aynı derecede kimsesiz. Bu son dediklerimi de hemen unutun lütfen, şık dursun diye yazdım, kimsesiz falan değilim ben, tercihim yalnızlık.

Yeni bir planın heyecanı ile ertesi sabah erkenden kalktım yine. Bazen saat ona kadar uyumayı seviyorum ama o zaman da gün bitmiş gibi geliyor, moralim bozuluyor. Yine de sık sık yapıyorum bunu. O sabah ise yedide zımba gibi kalktım, hazırlandım, bir şeyler atıştırdım ve beklemeye başladım. Hissediyordum, bugün kesin çıkacaktı dışarı. Karyola geldiyse üzerine yeni çarşaf da gerekir değil mi? Kaç yılın yıpranmış çarşafları o bembeyaz karyolaya, yayları fıstık gibi yepyeni şilteye yakışır mı? 

Yanılmamışım, saat dokuz buçuğa doğru açıldı bahçe kapısı. Görebildiğim kadarı ile içeri bakıverdim. Bahçede kırmızı bir top gördüm gibi geldiyse de temizlik kovasının ucu olduğuna karar verdim. Hayal gücüm öykülerin başına oturduğumda da böyle çalışsa ne olurdu sanki?

Anneannenin gün geçtikçe artan ataklığını bildiğim için bu sefer biraz daha hızlı davrandım. Kadın bildiğiniz, günden güne gençleşiyordu. Ben ayakkabılarımı giyip sokağa çıkana kadar o yolu yarılamıştı. Ona yetiştiğimde biraz heyecandan biraz da hızlı yürümekten nefes nefese kalmıştım. Ölmek var dönmek yoktu, “Teyze, günaydın” deyiverdim. Şaşkınlıkla kaldırdı başını, bu dünyada benimle konuşmak isteyecek olan da kim dercesine. Bu kadın ne zamandır bu kadar yalnızdı? Bir insanın sesini duyunca ürkecek kadar kim ihmal etmişti onu? İnsan mı sevmiyordu tıpkı kedileri sevmediği gibi? Ben bunları daha önce niye hiç bu kadar merak etmemiştim? 

Biraz sitemkar, biraz kızgın bir günaydın geldi karşılık olarak. 

-Nereye böyle sabah sabah?

Sessizlik…

-Ben fırına gidiyorum, ekmek bitmiş de. 

Sessizliğe devam…

Yok sayıyor beni. Onu takip ettiğimin mi farkında yoksa onunla bugüne kadar hiç ilgilenmediğim için mi kızgın? Belki de hepsi benim kuruntum, o sadece sırlarını saklamaya çalışıyor. 

Bu noktaya kadar gelmişken dönemezdim. Bir soru daha bulmaydım. Öyle bir soru olmalıydı ki bu, hem yanıt vermek zorunda hissetmeli hem de vereceği yanıt bana en az bir ipucu sunmalıydı. Nereden aklıma geldiyse, kendimi evine davet ettirmeye karar verdim. 

-Teyzeciğim, ben bir öykü yazıyorum. Bilirsiniz belki, ben yazarım. Yani olmaya çalışıyorum. İşte bir öykü çalışması için size gelsem, biraz sohbet etsek? 

-Müsait değilim, misafirim gelecek, deyiverdi. 

Birden ağzından dökülen kelimelere kendi de şaşırmış gibi durdu. Başını kaldırıp şöyle bir yüzüme baktı. Hatları yumuşamış mıydı yoksa bana mı öyle gelmişti? 

-Biraz geçsin, gelirsin sonra, dedi ve hızlı adımlarla yürümeye devam etti.

Artık ısrar etmenin anlamı yoktu. Zaten aradığım ipucu da gelmişti. Bir misafir gelecek. Misafir için yatak getirildi. Biraz süslü püslü bir karyola olduğunu düşünürsek misafir bir kadındı ya da bir kız çocuğu… Peki bu malzemelerle ne yapabildim? Heyecan yaratmıyordu içimde, yapbozun çok önemli bir parçası eksikti hala, hissediyordum. 

Soğuk yaz akşamları yerini buz gibi sonbahara bırakırken, yani eylülün son günlerinde bir akşam mahallede bir hareketlilik hissettim. Her zamanki gibi yazı masamın başında bir şeyler karalıyor, yazıyor, siliyor, yırtıyor atıyor, içimdeki karışık dünya ile cebelleşiyordum. Bu ay evde tamiratlar çıkmış, babamdan kalan maaş ay sonunu görmemiş, bu durum beni gerginleştirmişti. Kendi parasını kazanamayan başarısız yazar bozuntusu moduma girmiş, çıkamıyordum. Özgür, yaratıcı, rengarenk hayal dünyaları olan yazar modumu daha çok seviyordum ama uzun zamandır üzerime bol gelen bir elbise gibiydi. Gittikçe diğer tarafta kalıcı hale gelmiştim. Yine de dışarıdaki seslere duyarlı olacak kadar kendimdeydim demek ki, aralık duran pencerenin önünde bitiverdim. Anneannenin evinin önüne bir otomobil yanaşmıştı. Uzun boylu bir adam bagajdan eşyalar indiriyordu. Küçük bir bavul, torbalar, torbalar, upuzun kolları ve bacakları, dağınık mor saçları olan bir bez bebek… Beni asıl uyaranın konu komşunun sesi olduğunu anladım sonra. Bizim soğuk nevaleler camlara üşüşmüş bakıyorlardı. “Ah vah” sesleri de mi duyuyordum, ben mi uyduruyordum bilemedim. Onlardan biri olmayı hiç istemiyor, camdan uzaklaşmaya çalışıyor ama otomobilden daha ne çıkacak diye de meraktan çatlıyordum. 

Anneannenin, henüz on sekizine gelmemişken “Senden umudum yok” diyen babasına kızıp giden ve bir daha asla kasabaya dönmeyen bir oğlu, bir gelini ve bir kız torunu olduğunu, gelinin bir akşam fazla mesai yaptığı iş yerinden çıktıktan sonra yolda trafik kazası geçirdiğini, olay yerinde ölüverdiğini, oğlunun ve beş yaşındaki torununun İstanbul’un göbeğinde annesiz, kadınsız, şefkatsiz kalıverdiklerini, oğlanın annesini arayıp, “Ben bu çocuğa burada tek başıma bakamam” dediğini, annesinin de bizim buz gibi mahalleyi İstanbul’a tercih ettiğini, “Kızı bana yolla, ben onu burada büyütürüm” dediğini, oğlunun, “Anne, eve kedi alır mısın? Zeyno en çok kedi seviyor, bahçeli evimiz olursa alırız demiştik, madem bahçeli evde büyüyecek, ona kedi bulur musun?” dediğini, anneannenin o sıralar kapının önünde dolanan ve bir gün tekme attığını gözlerimle gördüğüm kediyi nicedir evin içinde beslediğini, ona yatak, tuvalet kabı, mama kabı, tasma, mama ve hatta oyuncak fare bile aldığını, isim koymak içinse torunu beklediğini, üst kattaki en güneşli odayı misafiri için dayayıp döşediğini, aylardır çarşıya gide gele beş yaşındaki bir kızın tüm acısına rağmen sevinebileceği şeyleri eve taşıdığını, tüm bunları kocasından kalan emeklisini kuruş kuruş hesaplayarak yaptığını ben sonradan öğrendim.  

Ben hayata dair daha birçok şeyi, günler sonra bir sabah Zeyno kapımı çalıp, “Anneannem sizi kahveye çağırıyor” dedikten, ben yıllardır kimsenin evine girmemiş olmanın verdiği heyecanla elim ayağım titreyerek o kapıdan içeri girdikten, bahçede gerçekten kırmızı bir top gördükten, biz birbirine hiç dokunmamış iki komşu yılların acısını çıkarırcasına akşama kadar oturup, sofralar kurup sofralar kaldırıp bir yandan konuştuktan, ikimiz de bir çocuğun etrafına bonkörce yaydığı ışık, sevgi ve neşe ile yıkandıktan, ben Zeyno’ya o sıcak ışığın altında her akşam kitap okumaya başladıktan, bazı geceler onun odasında uyuyakalıp sabah uyandığımda üzerimin gece usulca örtüldüğünü fark ettikten, pazar günleri üçümüz birlikte kasabanın sınırlarına kadar gezmelere gittikten,  bir yıl sonra Zeyno okula başlarken “Selduşum da gelsin” diye tutturduktan, onu önlüğü ile sınıfa yollarken anneanne ile el ele tutuşup ağladıktan, o mahallede hiçbir yaz gecesi bir daha soğuk olmadıktan sonra öğrendim. 

Anneanne gerçekten bir anneanne, ben de insanları sevebilen, onların hikayelerini dinleme cesareti olan bir yazar olduktan sonra… 

-SON-

ZİHİN HARİTASI İLE ÖYKÜ YAZMAK

Okuduğunuz öyküyü Zihin Haritaları yöntemi kullanarak bir iki saat içinde yazdım, sonradan ufak düzenlemeler yaptım, umarım beğenmişsinizdir. 

Zihin Haritaları (Mind Maps)’in tam olarak ne olduğunu, sevgili Arzu Savaş, Pozitif ekibi olarak bize eğitim verdiği 26 Eylül 2019 günü öğrendim. Eğitimin sonuna doğru İstanbul’da deprem olduğu için kendimizi sokaklara attığımızdan mıdır yoksa vakti mi gelmemişti bilmiyorum, önceki güne kadar uygulama aşamasına geçememiştim. Ancak eğitimde benim en çok heyecanlandıranın Zihin Haritası ile kitap yazma bölümü olduğunu hatırlıyordum.

Bir süredir devam ettiğim Yeşim Cimcoz’un Sanal Yazıevi’ndeki online derslerde Arzu, bir kez daha karşıma çıktı. Bu sefer denemeye karar verdim. Zihin haritamı çizdim, aklıma ilk gelen kavramları yazdım, sonra onları birbirine bağladım ve arada verdiğim Nilhancığım ile bir saatlik kahve molası dışında toplamda 1,5 saatte ortaya sıfırdan bir öykü çıktı. Daha önce hiç kurgulamadığım, üzerine bile düşünmediğim kahramanlar, olaylar ve mekan…. Zihin Haritası bu aşamayı bile bu kadar kolaylaştırıyorsa kafamızda hazır olan ama bir türlü yazmaya başlayamadığımız öyküleri, romanları nasıl akışkan hale getirir bir düşünün…

Zihinlerimize haritalar yollayan sevgili Arzu Savaş’ın http://www.arzusavas.com adresinden ya da Bilgi Yayınevi’nden çıkan eğlenceli ve ferah kitabı Aklın Mucizesi’nden, ders çalışmaktan günlük yapılacaklar listesine kadar hayatın her alanında Zihin Haritaları’ndan nasıl yararlanılacağını öğrenebilirsiniz. 

ZİHİN HARİTAMIN HİKAYESİ

Konu bu yöntemle bir öykü yazmak olduğunda elimde şu ipuçları vardı:

Haritanın ortasına HİKAYE’yi koyup saat birden başlayarak saat yönünde diğer kavramları aklıma ilk geldiği şekilde yazacaktım. Yani sırayla, kahraman, düşman, hamle, başarısız, hamle, başarısız, patlama, çözüm… Derste bize “Soğuk bir yaz gecesiydi” cümlesi ile başlamamız öneriliyordu ama dilerseniz kütüphanenizden herhangi bir kitap seçip bir sayfasını açabilir ve bu sayfanın ilk cümlesini de kullanabilirsiniz. 

İlk cümle de belli olduktan sonra haritadaki her bir dal ve karşısındaki görsel ile ilgili bir iki cümle yazıp dalları birbirine bağlamak yeterli…. Bir iki satırdan sonra ben artık öyle mi böyle mi diye düşünmeyecek halde yazıyordum.  

Kahraman olarak fotoğrafta gördüğünüz gibi “anneannem” yazmışım. Bu kavramların hepsi o an aklıma geldiği gibi, üzerinde düşünülmeden yazıldı. Hikayenin benim anneannem ile doğrudan bir bağlantısı görünmese de her hikaye dönüp bize bağlanıyor elbet.

Kahramanım anneanne olarak görünse de daha ilk satırda anlatıcıyı eklemişim, alerji kavramını hiç kullanmamışım. Benim hissettiğim şuydu; harita bana bir yol açtı, tıkandığım yerde rehberlik yaptı, sonrası ise bir şekilde yazıldı. “Ben yazdım” diyemiyorum. 

Adeta bir oyun gibi… Yeni öyküler için bu yöntemi kullanmaya devam etmeyi düşünüyorum ama esas hedefim, kafamdaki roman konusunu Zihin Haritası ile kağıda dökmek. 

Bu arada benim haritam siyah beyaz ama aslında Zihin Haritaları renklerin mucizesinden de yararlanıyor. Bir haritayı renklendirmek, boyamak zihindeki blokajları kaldırıyor. Daha uzun çalışmalarda eminim renkli kalemlerim de yanımda olacak. 

Yazamamaktan değil, yazmaktan korkanlara selam olsun. 

Giriş fotoğrafı: Şile – 23 Kasım 2019 Cumartesi

«

»

1 Yorum
  • Ceren GürseS
    5 yıl ago

    Heyecanla ve merakla okudum. Ellerine sağlık

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir