Yukarı
Dergiler

Bir doğum hikayesi

Bundan yaklaşık dokuz ay önce bir şey oldu.

 

O güne kadar Yaprak olarak yaşadığım tüm yapılar bir anda, hep birlikte anlamsızlaştı. Benliğim sandıklarım, dertlerim sandıklarım, ben sandıklarım, hayat sandıklarım tozu dumana katarak yıkılmaya başladı.

 

İlk şoku atlattıktan sonra, çok sonra değil, aynı günün akşamı göğsümün ortasında bir yerde bir pencere açıldı. Işıl ışıl, tertemiz, arka fonda meleksi bir müziğin çaldığına yemin edebileceğim bir pencere… Gözümle gördüm onu, yüreğimle hissettim ve içimden şu cümleler geçti: “Artık beni üzen hiçbir şeye ve hiç kimseye mecbur değilim.”

En korktuğumuz, en karanlık sandığımız anların içindeki ışıklı pencerelere beni kim inandırabilirdi yaşamadan? Sürecin ilk farkındalığı buydu:

 

Bir şeyden korkma hali, onu deneyimlemekten daha korku vericidir.

 

Bir bayram sabahı en sevdiklerimle paylaştım durumu, sonra serin sulara attık kendimizi. Yıllarca konuşulmayan ne varsa o yarım saat içinde denizin şahitliğinde konuştuk, bitti. İkinci farkındalık da hızlı gelmişti:

 

Her şey konuşulabilir, konuşulmalıdır; doğru bir üslup ve biraz cesaret yeterlidir.

 

Başarısız hissediyordum. Bu benim başıma nasıl gelmiş olabilirdi? O kadar şey okumuştum, öğrenmiştim, mucize denilebilecek eşzamanlılıklar yaşamış, haberci rüyalar görmüştüm ama olmamıştı, kaçamamıştım ya da tam anlamıyla kaçmıştım! İşte karşımda bir diğer gerçek duruyordu:

 

Bilgi hayata geçirilmediği sürece ölüydü, ölü bilgi ise getirdiği yük nedeniyle yarardan çok zarar verebiliyordu.

 

Bu dönemi inzivada geçirmeyi tercih ettim. Bir kedinin gizli gizli yarasını yalaması gibi evimde yaralarımı sarmaya başladım. Güvendiğim bilgilerin üzerinden geçtim, ders çalıştım, duygularıma projektörler tuttum, aile sırlarına daldım, kendi sırlarımı açtım, vaktim yok diye es geçtiğim çalışmaları aylarca hiç aksatmadan yaptım. Bilincim yeni bir mertebeye açılıyordu.

 

Bir bana sunulan gerçeklik vardı, bir de benim kabul ettiğim. Gerçek tek değildi. Bize söylenen hiçbir şeye mahkûm değildik.

 

Dışarıda bir hayat akıyordu ve ben o hayatın içine akmak için can atıyordum. Oysa zaten hayatın içindeydim, yaşamdaydım, yaşıyordum! “An” denilen kavram içimde yeşermeye başladı. Bazen şu duygudan kurtulamıyordum; bir dışarıdakiler vardı, bir de ben… Sonra öyle bir şey oldu ki dışarıdakiler de içeri girdi, hem de tüm dünyada! Diğerleri sandığım insanlar yorum yapacak diye takmadığım, çantamın arka gözüne sakladığım o maske dünyanın en değerli objesi oldu! Bir kez daha yanılmış, negatif duygularımın etkisinde kendimi yine her şeyden ve herkesten ayrı sanmıştım.  Hayat bana daha ne desindi?

 

Her şey, herkes için, her an değişebiliyordu! Hiç kimse ama hiç kimse hiçbir şeyden muaf değildi! Dünyanın geri kalanından ayrı değildim, hiçbirimiz değildik!

 

Panik halinde sokaklara dökülen alışverişçi de bendim, virüs kapacak diye korkudan sinir krizi geçiren de… Evine kapanıp huzur içinde meditasyon yapan da bendim, yıllardır ertelediği projesine başlayan da… Hepsi olasılıklar olarak içimde yaşayan benlerdi, kimine kızıyor, kimine özeniyor ve bazılarını da gerçekten var ediyordum.

 

Bu olasılıkların içinde “yeniden doğan”ı seçtim. Dokuz ay bunun için gayet uygun bir süreydi. Annemin anneliğini, benim evlatlığımı tekrar hatırladığım, ailemin şefkatinde boğulduğum bir sürecin adı ancak doğum olurdu. Tıpkı insandan arınmış doğanın, bu ilkbahar daha da taze doğuşu gibi…

 

İşte tüm bu nedenlerle yeniden merhaba!

 

Ve lütfen; kendinize şefkatli davranmak için hiçbir olayı ve hiç kimseyi beklemeyin.

 

Siz, size yetersiniz.

 

Sevgiyle…

 

 

 

«

»

Yorum yapmak ister misin?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir